SEN, BAKTIĞIN AYNALARDAKİ HANGİ HİKÂYEYE AİTSİN?
Geçen gün, gecenin bir yarısı penceremin önünden sesler duymaya başladım. Hatta kapıyı birisi çalıyormuş gibi hissettim. Hiç umursamamaya çalıştım. Kendimi yorganın içine gömüp, kulaklarımı karanlığa karşı tıkadım. Gözlerimle hiçbir ses duymamak için, beynimin en dip odasına hapsettiğim iç sesimin, kapısını tıklattım. Bir eliyle gözünü ovuşturarak, suratsız bir şekilde kapıyı açtı. Sesindeki hiddetle, bana ”gecenin bir yarısı ne istiyorsun” dedi. Biraz mahcup ve korkulu gözlerle ona baktım ve “biraz sohbet edebilir miyiz” dedim. Gözlerinin boşluğunda boğulmak üzereyken “suskunluğunu seslere bölmek için mi geldin” dedi. Oysa ben gecenin karanlığında, solgun da olsa bir aydınlık arıyordum. Seni beynimin o odasına kilitledikten sonra geceleri hep korkuyorum, korkularıma yenilmemek için kendime yalanlar söylemekten artık yoruldum diyemedim.
Geceleri çığlık çığlığa bağırıyormuşum. Bu sabah kapının önünde karşılaştığım komşum söyledi. ”Her gece çığlık çığlığa bağırıyorsunuz, şu sıralar çok kâbus görüyorsunuz herhalde” dedi. Kimse benim penceremden, içime yansıyan resimleri göremediği için ıstırabımın farkında değildi. Onları da suçlamamak lazım. Bu evrende kim kimin acısından tutmuş ki? Birden Stefan Zweig’in “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat ”de okuduğum bir paragraf geldi, aklıma, ”Dağdan yokuş yukarıya zorlukla çıkan bir araba, nasıl, çıktığı tepeden inerken, önüne çıkan çukurları hızla aşarsa onun hikâyesi de öyle” diyordu.
Oysa benim hikâyem, dağdan yokuş yukarıya zorlukla çıkan bir araba gibiydi.