Kişinin kendine saygısı hiç de azımsanmayacak öneme sahiptir. Birey kendine saygı duyuyor, kendine saygı gösterilmesini bekliyorsa karşısındakine de saygı duyuyor demektir.
Genelleme yapmak doğru olmaz belki ama çoğunlukla böyle olduğu varsayılır. Öz-saygı karşındakine, kendine yönelik hitap edene saygıyı getirir. Yalnızca kendin konuşuyor, karşıdakini dinlemiyor, yalnızca kendinin dinlenilmesini bekliyorsa birey, ortada ya bir iletişimsizlik, kavrayamazlık vardır veya bilinçli bir şekilde kendi sözünü dikte ediyor anlamı taşır. Böylesi bir tavır bir kez daha aynı ortamı paylaşmamayı getirir.
Sürekli kendi sözünün dinlenilmesini beklemek olumsuzlukları, başka düşüncelere saygı duymamayı, tek doğrunun kendin olduğu düşüncesini sergiler ki, bu, bireyler arasında kopukluk, anlaşılmazlık ve dışlanmışlık doğurur.
Deprem, deprem sırasındaki yetersizlikler, deprem bölgesine geç ulaşan arama-kurtarma ve yardım ekipleri olmamış gibi, eline mikrofonu alan, TV kameraları karşısına kurulan çok sayın yetkililer maalesef hiç sıkılmadan yalnızca kendi sözlerinin dinlenmesini, dinleyenlerin koyun gibi bakmasını, kesinlikle yakınmamasını bekliyor.
En ufak yakınmaya, en yüksek perdeden tehdit ötesi, ağıza alınmayacak sözlerle hitap etmek toplumun kültür düzeyini de gösteriyor. Günlük beş-on tümce ile, en fazla 100 sözcükle konuşan, “aynen, tamam, tabii, öyle” gibi tek sözcükle karşısındakini onaylayıp olumu veya olumsuz bir fikir ileri süremeyenlerin büyük çoğunluğu oluşturduğu toplumumuzda bu küfürlü dil kendine uygun sosyal ortam buluyor olabilir.
Ancak, toplumun azınlıkta kalan, bilime, akla, bilimsel ve toplumsal gelişmeye, ileriye, ülkenin geleceğine kafa yoran, soru soran, düşünen kesimi bu aşağılayıcı tavra şu veya bu biçimde tepki veriyor. Bu toplum küfürlü bir dilden hoşlanmıyor, hoşlananlar var ki bu da eğitim yoluyla önlenmelidir. Çağdaş toplumlar karşısındaki bireye ve kendine saygı duyan bireylerden oluşuyor.
Deprem sırasında ve gün geçtikçe ortaya çıkan gerçekler bir bir ortaya çıkıyor. En acısı, bir yardım ve yardımlaşma kurumu olan Kızılay’ın bugünkü yöneticilerine aklımızın hayalimizin alamayacağı maaşlar ödendiği, “Yıldırım” ailesinin ve iktidar partisinin arka bahçesine dönüştürülmüş olduğu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Gazeteci Murat Ağırel’in ortaya çıkardığı çarpıcı bilgi ülkeyi sarstı. Depremde hemen bölgeye yetişmesi ve depremzedelere yardım elini uzatması gereken Kızılay en kritik saatlerden (48 -72 saat) sonra bölgeye ulaşmış. Afet bölgesine götürmesi ve depremzedeye anında yetiştirmesi gereken çadırı, gıdayı ve diğer maddeleri AHBAP gibi kuruluşlara para karşılığı satması, hatta Almanya’nın gönderdiği çadırların üzerine AFAD logosu yapıştırarak kendi malı gibi göstermesi, depolarında var olan çadırları da sınır dışına gönderdiğini itiraf etmesi bardağı taşıran son damlalar oldu.
Kızılay Başkanı Kerem Kınık büyük bir pişkinlikle “Çadırlar AHBAP’a, Eczacılar Birliği’ne, Arçelik’e maliyetine verildi bununla vatandaşlarımıza çadırlar ürettik” dedi.
2050 çadır. Satmaya devam ediyor. Toplanan kanı bile hastanelere satmışlar! Akıl alır gibi değil. Tepkilerin yoğunlaşması üzerine “Haberim yok, arkadaşlar benim bilgim dışında satmış.” diye bir açıklamada bulundu. Bu ne pişkinlik? Özrü kabahatinden büyük.
Yardıma ilk koşan ekip olan Yunanistan’da dün bir tren kazası yaşandı. Komşumuzun 36 yurttaşı kazada can verdi. Komşunun Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis anında istifa etti. Bu bir saygı meselesidir. Kendine ve yurttaşına saygı!
Deprem bölgemizde resmi rakamlara göre 45 bin 89 yurttaş yaşamını yitirmiş, enkaz altında kalan, soğuktan donan yurttaş sayısı rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok. Tek bir istifa yok. Tek bir istifa? Bunun anlamı nedir? Kendilerine saygısı olmayanın yurttaşına saygısı mı olurmuş!
Tren kazası yaşanır, istifa yok, maden çöker yüzlerce madencimiz yaşamını yitirir istifa yok, deprem yüz binleri bulan can kaybı ve miyarlarca doları geçen mal (değer) kaybı oluyor tek bir istifa yok. Gerçekten aklım almıyor bu tavırları. Liyakâtsizlik, bananecilik, vurdumduymazlık, ihmal, yalan, tehdit, baskıcı uygulamalar ülkemizi felakete sürükledi.
Sadece binalar çökmedi, ülkede ahlâk çöktü.
Çadır bulamayan demokrasi arenasında olmadığı gibi çadır devleti bile olamadı. Çadır yok, çadır! Depremzedenin barınacağı, başını sokacağı bir yer yok. Olan da devede kulak kadar sınırlı. Depremzede yakınıyor, yetkili ağıza alınmaz sözlerle göz korkutuyor. Bu nasıl bir anlayış, kavramak zor!
Muhalefet partilerinin ve sivil toplum örgütlerinin düzenli bir koordinasyon halinde ulaşabildikleri her afet bölgesine kendilerinden önce ulaşmış olmasını bile içine sindiremeyen iktidar AFAD üzerinden bu yardımları durdurmaya çalışmakta, hatta yardım malzemelerini çaldıklarını bile ileri sürebilmektedir.
TKP, TKH, TİP, SOL PARTİ, Halkevleri, muhalefet parti belediyeleri gibi kuruluşlar mümkün olan en geniş yardımı düzenli olarak ihtiyaç duyanlara göndermişlerdir. Diğer sağ eğilimli DEVA, İYİ parti gibi partileri de, geç kalmış olsalar da, ancak 3. gün bölgeye gitmiş olsalar da, saymakta yarar var. Gelişmeler göstermiştir ki ilerici, sol, Marksist, sosyalist kesim bu ülkenin vicdanıdır. Yurtsever de, yurt sorunları için kendini feda edenler de, bu kesimdir. İhtiyacı olana, ihtiyacı kadar yardım malzemesi göndermeye devam ediyorlar. Zaten depremzede de ihtiyacından fazlasını almıyor.
Acının, hüznün, kederin tarifi var mı? Depremden sağ çıkan çocuk bakışı, depremzede yoksulların çırpınışı… “Beni özel hastaneye götürmeyin. Ödeyecek param yok” acısı… Tarifi yok bu felaketin. Olmayacak da.
“İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim
Bir garip Orhan Veli
Veli'nin oğlu
Tarifsiz kederler içindeyim”
Deprem ve deprem gibi çok büyük bir afeti “felakete” sürükleyen, en hafif deyimle, “beceriksizlik” bir an önce çekilmelidir. Seçimler bu yetersiz zihniyete bir reçete olabilecek mi?
Bekleyip göreceğiz.
3 Mart 2023