PARAMIZI PUL, ORMANLARIMIZI KÜL ETTİK

Abone Ol

Camide namaz kılarken, bir kez; “Uydum hafız olan imama…” dedik ya; sandık ki, hep böyle olmalı, hep böyle olacak.

Olur olmaz her yerde, her ortamda, her zaman imama(!) uyulacak.

O nedenle hem imama uyduk / uyuyoruz hem de imam rolünü üstlenenlere.

Bizi, ancak ve ancak okumanın, eğitimin, kültürün, uygarlığın ve de çalışıp, üretmenin kurtaracağını bir türlü anla(ya)madık…

Daha doğrusu anladık da; çalışmak ve üretmek işimize gelmedi /gelmiyor.

Sabah uyanır uyanmaz bir imam ya da imam görevini üstlenecek birilerini aradık.

Aradık ki, bize komut versin. “Yat” desin yatalım; “kalk” desin kalkalım; “konuş” desin konuşalım; “kes sesini, otur oturduğun yerde” desin, susup, oturalım…

Gördüğümüz, daha doğrusu görmediğimiz eğitim bunu gerektiriyordu.

Çünkü yıllardır öğretimle, eğitimin aynı olduğunu; hasbelkader aldığımız diplomaların da “eğitilmiş olduğumuzun belgesi / göstergesi” sandık.

Oysa ne eğitildik, ne eğitim gördük.

Yontulmak için girdiğimiz okullardan, yontulmadan çıktık.

O nedenle ne uygar dünyanın bir parçası olabildik, ne uygar dünyaya uyum sağlayabildik.

Uygar dünya uzayda cirit atarken, biz trafikte cirit atmayı bile beceremedik.

Uygar dünya üretirken, biz sadece tükettik.

Kim ne söylerse inandık, kandık, kandırıldık.

Jet Fadıllara, bankerlere, çiftlik banklara, tosuncuklara, en son da Kripto Osman’a kaptırdık paramızı, pulumuzu

Ve de varımızı, yoğumuzu…

Hep iki arada bir derede kaldık…

Kural(lar) koyduk, daha mürekkebi kurumadan koyduğumuz kural(lar)ı bozduk…

Anayasa yaptı(rdı)k, uymadık.

Üniversitelerimizi haşat, liyakat kavramını madara, Bakara’yı makara ettik.

İlahiyatçı Nihat Hatipoğlu’nu YÖK’e; doları kündeye getirsin diye güreşçi Hamza Yerlikaya’yı da Vakıflar Bankası Yönetim Kuruluna atadık.

Okullar yaptık ama eğitim yap(a)madık.

Yollar yapmaya çalıştık, çöktü; kullanamadık.

Köprü(ler) yaptık, geçemedik.

Ama kullanmadığımız, geçmediğimiz yolların, köprülerin parasını ödedik.

Tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan devletin elektriğini,

Tekelini,

Limanlarını,

Barajlarını,

Fabrikalarını,

Dağları’nı bağırta bağırta sattık.

Kağıt ithal edelim diye kağıt fabrikalarımızı sattık.

Şeker ithal edelim diye şeker fabrikalarımızı sattık.

Orduya tank yapsın diye, tank palet fabrikamızı, bisiklet yapmasını bile beceremeyen bir muhtereme sattık.

Koç Gurubu,”Altay” adını verdiği tankı yaptı ama ona ihaleyi vermedik.

Devletin malı deniz, malını mülkünü satmayan kerizdi.

Satmayıp da keriz mi olsaydık; o nedenle elimize ne geçerse satıp, savdık!

Zaten devletin fabrika ayarlarını bozmuş, ne yaptığımızı ya da ne yapacağımızı bilemez durumdaydık.

Bu arada bir “kanalımız” eksik kalmıştı.

Onun da projesini hazırladık.

Direnenleri tınmadık, umursamadık.

“Doğal denge bozulur” diyenlere; “başlarız sizin dengenize de, yengenize de” dedik.

Bir yerleri daha satıp savup, o kanala da başlamaya karar verdik…

Şimdiden değerlenen kanal çevresini parselleyip parselleyip Arap Dostlarımıza satmanın çalışmalarını yapıyoruz.

* * *

Sözün özü bu iktidarla birlikte;

Paramızı pul,

Ormanlarımızı kül,

Gelinlerimizi dul,

İnsanımızı kul ve de yoksul,

Bankacılık sistemimizi yol,

Hukuk Sistemimizi rezil ederek, işlemez hale getirdik.

Bize de “huuu” çekip, yatıp kalkmak kaldı.

İşsiziz, yarı aç, yarı tokuz ama Allah sizi inandırsın, pek bi huzurluyuz…

O tarikat, bu cemaat dolanıp duruyoruz.

Benzinin litresi şuymuş, asgari ücret buymuş, TL sürekli değer yitiriyormuş, işsizlik tavan yapmışmış, umurumuzda değil

Türbanımızı takıyor, şalvarımızı giyiyor, sakalımızı bırakıyoruz ya gerisi hikaye!

Batı dünyası bile kıskançlıktan çatlıyor, bizdeki huzuru gördükçe!…

------------------------

Yazarımızın Özel Notu

Bayram nedeniyle bu son yazım.

Tüm okurlarımın Kurban Bayramını, en içten duygularla kutlar, sağlık, huzur, afiyet dilerim.

Bayram ertesi görüşmek üzere…

İsmail Haboğlu