ÖYKÜ KAHVALTI

Abone Ol

Adam elinde gazete ve taze ekmekle kapıdan girdiğinde eşi henüz kalkmış, günün ilk ışıklarının vurduğu mutfak balkonundaki sürgülü cam pencerelerden birini açmış, dumanını dışarı vermeye çalışarak ilk sigarasının keyfini çıkarmaya başlamıştı.

Eşi hep öyle yapar. Kahve suyunu ısıtıcıya koyar, balkona geçer, sigarasını yakar suyun kaynamasını bekler. Su kaynayınca bir kupaya döker, içine bir tatlı kaşığı kahve ekler karıştırıp balkona döner. Kahve ağartıcı kullanmaz, şeker de. Bu arada küllükte bıraktığı sigarasına elini uzatır, kahve eşliğinde devam eder. Kahve bitinceye dek sigarası da bitmiş olur, yeniden mutfağa geçip ısıtıcıda su kaynatır ikinci kahve faslına geçer. Elbette ikinci sigarayı da yakar, sabah güneşinin verdiği aydınlık huzuruyla balkonun önünde uzanan Ankara sabahını uzun uzun seyreder.

Kapının açılıp kapanmasından içeri girdiğini anlayan eşi balkon kapısının camına vurup el sallamıştı ‘günaydın’ yerine. Eh bu da iyi, hiç değilse günün aydın olmasını dilemeyi eksik bırakmıyorlar. Gittikçe daralan konuşma konularını henüz tamamen yitirmemiş, birbirlerine yabancılaşmaları çok ileri boyutlara taşınmamıştı. Kırk beş yıllık birlikteliklerinde karşılıklı anlatacakları hemen hemen hiçbir şey kalmamış olmasına karşın televizyon kanallarının haber, haberlerden sonra yaklaşık bir saat süren tartışma-yorum programlarında dinledikleri üzerine kısa birkaç tümceyle de olsa düşüncelerini açıklıyor, bir söyleşi ortamı doğurmaya çalışıyorlar. Bu da olmazsa biri okudukları roman veya öykü kitaplarından beğendiği paragrafları okuyor, yazarın düşünceleri üzerinde fikir alışverişinde bulunuyorlar. Bunu sık yaparak doğan sessizliği kaldırmaya, emekli yaşamlarını doldurmaya, evde ses olmaya dikkat ediyorlar. Oysa torunları henüz iki, üç yaşındayken ev nasıl da cıvıl cıvıl olurdu. Bütün günün iş stresini torun cıvıltısı kaldırırdı. Torunun sesi onlara hiç bıkmayacakları bir müzik gibi gelirdi. Hele de kucaklarına atlaması, omuzlarına tırmanması, koltukta otururken birden bire yanlarına sokulup sarılması ikisini de mutlu eder, yaşamlarına renk katardı. Salonda saklambaç oynamaları ise başka bir keyifti. Torun bir yere saklanır, dede onu aramaya başlar, perdenin arkasından görünen ayağını görmezden gelir, “Nereye saklanmış bu çocuk, bulamıyorum, hanım sen görüyor musun?” diye eşine sorar, o da “Hayır ben de göremiyorum, bahçeye çıkmış olmasın!” “Yok canım, bu soğukta bahçeye çıkmaz, buralarda bir yerdedir, şimdi bulurum onu.” Bunları duyan Ateş kıkır kıkır güler, dede aramaya devam eder. Bir süre sonra torunun bulunmasıyla oyun biter. Dede saklandığı yerden Ateş’i kucağına alır, koltuğun üstünde yeni bir oyuna başlarlardı. Şimdi öyle mi? Torun büyüdü, arkadaş ortamı daha çekici olmaya başladı. Arkadaşlarıyla oyuna başlamamışsa elektronik aletler yetiyor bir köşeye çekilip kendi dünyasına dalmasına. Arada bir yalnız başına ziyaretleri, kısa sürse de birkaç tümceyle konuşması, sevindiriyor anaanneyle dedeyi.

Her ikisi de emekli olmuş, evli olan tek kızlarının, damatlarının ve on üç yaşına gelmiş tek torunlarının yaşamlarını kolaylaştırmayı kendilerine görev sayarak ellerinden geleni yapmak, onları mutlu görmek için didiniyorlar. Eşi arada bir kek, börek veya çorba yapıyor, ‘Hadi bunları çocuklara götür.’ diye eline tutuşturuyor adamın, ya da telefon edip o gün ne yaptıysa ‘Çocuklar …. yaptım, yanına çay da demlerim, bize uğrayın iş çıkışı birlikte yiyelim.’ diyerek çağırıyor, aile bağlarını diri tutmaya özen gösteriyor.

Kızlarıyla damatları ve biricik torunları kendi evlerinde buluşup, birkaç dakikalık yürüyüşle emekli anne-babanın dairelerine geliyor, yarım saat bilemedin bir iki saat kadar oturuyor, güncel konulardan, iş yerlerinde yaşadıklarından söz ediyorlar. Mutfaktan tadı damağınızdan gitmeyecek çorba ve o günün ana yemeğinin kokusu geliyor. Eşi çorbanın yanına hazırlamış olduğu lezzetli yemekleri tabaklara doldurup salona geçiyor ‘Hadi mutfağa geçelim, sıcak sıcak yiyelim üçünüz de aç geldiniz.’ diyerek akşam yemeğine kalmalarını sağlıyor.

Canları kadar sevdikleri kızları ve biricik torunları yaşları hayli ilerlemiş anne-babayı kırmıyor, her fırsatta hal hatır soruyor, çay kahve bahanesiyle ayaküstü uğrayıp geçiyorlar. Damatları başka bir kentte çalışıyor, bir hafta sonu o buraya geliyor diğer hafta sonu kızları ve torunları oraya gidiyor, bayramlarda ve tatillerde ise birbirlerini daha uzun görüyorlar.

Eşinin kahvaltı sofrasını hazırlaması çok sürmedi, mutfaktan yumuşak sesiyle seslendi,

‘Kahvaltı hazır, sen de çayları doldur.’

‘Tamam, geliyorum.’

Eşi kahvaltı hazırlarken okumaya daldığı gazetesini koltuğun yanındaki sehpaya bırakıp yavaş adımlarla salondan çıktı, hemen sağındaki mutfak kapısından içeri girdi. Masa öyle güzel hazırlanmıştı ki bir an geçen yıl bir hafta kaldıkları motelin yemek salonunu anımsadı. Keyifli bir hafta geçirmişler, daha uzun kalamamışlardı. Aile bütçeleri ancak bu kadarına el veriyordu. Sofraya siyah zeytin, yeşil zeytin, haşlanmış yumurta, küçük bir kâsede bal, yakındaki yöresel ürünler satan dükkândan aldığı ev yapımı reçel, kaşar peynir, ayrı bir tabakta beyaz peynir sıralanmıştı. Bunca kahvaltılık malzemenin masada olmasına seviniyor. Bu pahalılıkta eşinin tutumlu çabasıyla günlük besinlerini alabiliyorlar. Ya alamayanlar ne yapıyor, ne yediriyor çoluk çocuğuna? Her çalışana insanca yaşayacağı bir ücret vermek çok mu zor? Ücretleri bu kadar düşük tutmanın, insanları neredeyse karın tokluğuna çalıştırmanın mantığı ne olabilir? Bu sorular kafasını kurcalamaya devam ediyor.

Adam taze ekmeği dilimledi,  çay bardaklarını doldurup masaya koydu. Eşi demli sever çayı, kendisi açık içer, çoğunlukla içmez, çay midesini kazındırır.

‘Yeni güne güzel duygularla ve iyi hazırlanmış kahvaltı masasıyla giriyoruz. Afiyet olsun.’

Eşi de “Afiyet olsun” diyerek kahvaltıya başladılar.