Arkasından bir süre baktım.
Yoksul bir adamdı Ali Dayı. Eşini birkaç yıl önce yitirmişti. Tek başına yaşıyordu bizim evin üstündeki sokakta. Çok yıllar önce evlendirdiği iki kızı varmış. Ne onlar, ne de damatları kendisiyle hiç ilgilenmiyorlarmış. Annem arada bir akşamları benden yemek gönderirdi Ali Dayı’ya. Komşular da yardımcı olurlardı ona. Yaşlılık, tek başınalık çok zor olmalıydı. Yemeğini, temizliğini kendisi yapıyor; çamaşırını, bulaşığını kendisi yıkıyormuş. Bu nedenle ona çok acıyordum.
Ellerimiz cevizlerin kabuklarından kapkara olmuştu. Sanki kara kına yakmış gibiydik. Bir zaman çıkmazdı ellerimizden bu ceviz karası.
Bizim bahçenin öte yanında Nuri Ağalar da ceviz çırpıyorlardı. Sesleri geliyordu dallar arasından. Bu mevsimde bağlar, bahçeler şenlikli olurdu hep. Meyvelerin hasat zamanıydı çünkü.
Babam dalların altından gerilere doğru açılarak, ağabeyimle amcamın göremediği cevizli dalları işaret ederek, çırpımını sağlıyordu.
Bir süre sonra çırpılacak ceviz dalı kalmamış olacak ki, amcam:
“Bitirdik Arif ağabey, iniyoruz!” diye seslendi.
“Elinize, kolunuza sağlık Mustafa,” dedi babam. “İnebilirsiniz!”
“Sırıkları bırakıyoruz. Dikkat edin kendinize!” diye uyardı amcam.
Geriye çekildik.
Annem elini beline bastırıp , acıyla buruşturdu yüzünü.
“Ufff! “ dedi. “Nasıl da ağrırmış belim!”
“Ağrımaz mı?” dedi yengem. “Sabahtan beri iki büklüm çalışıyoruz.”
Amcamla ağabeyim sırıkları bırakıp indiler, ceviz ağacından. En çok onlar yorulmuş olmalıydılar. Tek elle tutunup, tek elle de sırık sallamak hiç de kolay olmasa gerekti. İkisi de ter su içinde kalmışlardı.
Kuşluk zamanı olmuş, güneş de iyice kızdırmaya başlamıştı.
Testiyle tası alıp koşturdum amcamla ağabeyime. Önce amcam ardından da ağabeyim kana kana su içtiler.
“Su gibi aziz ol yeğenim !” dedi amcam.
“Afiyet olsun,” dedim.
Suyunu içen ağabeyim de saçlarımı okşayarak:
“Sağ ol!” dedi.
“Bir şey değil,” dedim.
Sonra birlikte geçip ceviz ağacının dibine oturduk.
“Yoruldunuz mu?” diye sordum ağabeyime.
Gülümseyerek:
“Henüz o kadar yorulmadım ama aşağıdaki ceviz yoracağa benzer.”
“Keşke, ben de sizlere yardım edebilsem.”
“Ediyorsun ya işte,” dedi ağabeyim. “Ceviz topluyorsun.”
“Onu demek istemedim,” dedim “Ben de ceviz çırpabilsem, diyorum.”
“Zamanı var daha.”
“Ama ne zaman?”
“Büyüyünce...”
“Mümkün olsa da hemen büyüyüversem.”
Güldü ağabeyim:
“Acelen ne ki?” dedi. “Hele yavaş yavaş.”
Düşünmeye başladım.
“Ne düşünüyorsun? “ dedi.
“Hiç,” dedim. “Diyorum ki, bir akşam yatsam; sabahleyin de büyümüş olarak kalksam.”
Bu kez daha çok güldü ağabeyim.
“Yerinde olsam” dedi. “Büyümek için hiç de bu kadar acele etmezdim .”
“Neden?” diye sordum.
“Çünkü” dedi. “Her yaşın kendine özgü bir güzelliği vardır. Özellikle çocukluk insan yaşamının en güzel dönemidir. Kişi yaşarken pek ayırdına varamıyor bunun ama ne zaman aradan yıllar geçiyor; işte o zaman anlıyor çocukluk yıllarının güzelliğini. Fakat bir daha ele geçiremiyor. Belli bir yaşa gelmiş yetişkinler de gençlik yıllarını arar, hep özlem duyarlar o günlere. Bu böyledir işte.
“Ama neden?”
“Bunu büyüyünce daha iyi anlayacaksın. Her insanın doğasında vardır geçmişe özlem duymak. Geride bırakılmış yıllar, yitirilmiş, bir daha ele geçirilmesi, yaşanması olanaksız dönemler olarak nitelenir. Kuşun kafesten uçup gittiği gibi, o yıllar da uçup gitmiştir insan ömründen. O yıllara, yani geçmişe bir daha dönemez, o yılları bir daha yaşayamazsınız.”
Ağabeyimi anlayamıyordum. Biz bir an önce büyümeye can atarken, onlar hegeçmişe özlem duyuyorlarmış.
Amcam yerinden kalkmıştı.
“Bu kadar dinlenmek yeter Mehmet.” dedi. “Hadi bakalım yeğenim. Aşağıdaki ceviz bizi çağırıyor. Beni de çırpın diyor.”
“Ben hazırım amca,” dedi ağabeyim.
(SÜRECEK)