Güncel

Nazan Nalçacı: “Sadece sabrın değil, çaresizliğin, katlanmanın da romanı”

Abone Ol

Bugün yerinde yeller esen Çimento Fabrikası, Çorum’un ilk devlet yatırımı sanayi kuruluşuydu.

Çorum’un sanayileşmesinde “okul” görevi gördüğü gibi, kentin sosyal, kültürel ve spor hayatına da çok önemli katkılar sağladı.

23 Mayıs 2024 tarihinde 86 yaşında kaybettiğimiz Vahap Nalçacı, Çorum Çimento Fabrikası’nın 1970-73 yılları arasında Ticaret Müdürü, özelleştirilmesinden ve Yibitaş-Lafarge tarafından işletilmeye başlanmasından sonra 1993-98 yılları arasında ise Genel Müdürü olarak görev yaptı.

Çorumluların çok değer verdiği, sevilen-sayılan bir sosyal kişilikti.

Vahap Nalçacı’nın öğretmen eşi İffet Nazan Nalçacı da, Çorum’un saygın hanımefendilerinden biriydi.

İffet Nazan Nalçacı, dedesinin görevi dolayısıyla bulunduğu Adıyaman'da doğdu. Orta  öğrenimini Malatya'da tamamladıktan sonra Samsun Eğitim Enstitüsü'nü bitirerek öğretmen oldu. Kahramanmaraş, Malatya ,Çorum,Bolu, Gaziantep ,Balıkesir, İzmit ve Yozgat'ta çalıştı .

Resim sanatına da gönül veren Nazan Nalçacı, halen etkilendiği olayları, gördüklerini ve duyduklarını ilham kaynağı olarak görüp yazıya geçirmeyi sürdürüyor.

Nitekim, babaannesi Bahire’nin yaşam öyküsünü aynı ismi verdiği Elpis Yayınları’ndan çıkan kitapta anlattı. Bu kitap, O’nun, çocukluğundan beri  yazmayı hayal ettiği kitaptı.

Nazan Nalçacı, bu kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor:

BAHİRE

           Bazı eğitimciler çocukların nine dede gibi aile büyükleriyle sık sık görüşmesinin gerekli olduğunu söylerler. Çünkü geçmiş her zaman ilgi çeken anılarla doludur. Büyükler eski günlerini unutamazlar . Yaşadıkları güzelliklerin, ilginç anıların veya zorlukların hatırlanmasını, bilinmesini isterler. Hele ortak anıları olanlarla bir araya gelirlerse tekrar tekrar anlatırlar. Anlatırlar ki, duyan işitenler, onların özel zamanlarda özel anılar yaşadığını anlasınlar  nelere tanıklık ettiklerine şaşırsınlar. Kendileri de günlerini böyle değerlendirsinler, özel hale getirip kıymetini bilsinler, unutmasınlar.

           İşte o iyi dinleyicilerden ve unutmayanlardan biriyim ben.

           Kitaba adını verdiğim Bahire, benim babaannem. On torunu oldu. Tuhaftır, ona tek kulak veren ve unutmayan benim. Kalan dokuzu için Bahire sadece babaanne ve anneanneydi. Onun hikayesini niye ben bilirim? O, evlatlarıyla (üç halam ve babam ) eski günler sohbetine başlayınca ben sessiz tanık olup kulaklarımı açmışım da ondan. Büyük torunlar bodrumdaki karanlık odada fotoğraflarla uğraşırken, küçük torunlar bahçede oynarken, ben babaannemlerle birlikte yürümüşüm, koşmuşum,  yollar aşmışım, hayaller kurmuşum da ondan.

          Yaş aldıkça baktım ki, Bahire'nin yürek sızılarını, hayal kırıklıklarını, özlemlerini, umutlarını, çaresizliklerini, daha neler nelerini içselleştirmişim. Bazı okurlar sabrın romanı deseler de bence sadece sabrın değil, çaresizliğin, katlanmanın romanı oldu sanki.

         Onunla yaşadığım on iki yıl boyunca ona yeterince soru sormadığım için hayıflanıyorum şimdi. Çocuktum, gençtim. Yazmaya karar verdiğim zaman, ne soru soracak, ne konuşacak, ne tartışacak kimse kalmıştı. Kulağımda kalanlarla yetinmeliydim.

           Bir taşını bile kimsenin yerinden oynatamayacağına inanılan Devlet-i Aliyye'nin en zor yıllarında yaşayan ailemin hayatını özetlemeye, onların üzerinden o dönemin yaşantısını elimin, gönlümün, aklımın yettiği kadar anlatmaya gayret ettim. Ebediyete intikal eden bir aile büyüğümün anılarını, tecrübelerini, düşüncelerini yazarken sadece kalemi tutan el olmayı istedim. Duygularımı, fikirlerimi, yorumumu katmamaya özen göstererek ,tarafsız olmaya çalıştım. Duyduğumu duyduğum gibi yazabilmek için yüzyıla yakın bir zaman dilimini kahramanın ağzından yazıya geçirdim. Gene de empati yapma isteğime engel olamadığım anlar oldu.

         Hoş görüle....