MAVİŞ’İN ANNESİ

Abone Ol

Bilgisayarımın başında birkaç sözcük daha ekleyebilir miyim yazıma ya da fazlalıkları çıkarabilir miyim diye düşünürken bir kahve molası verdiğinde eşime anlattıkları çarpıyor kulağıma. Dram içinde dram!

Erken evlilik yapmış görücü usulüyle, henüz on altı yaşındayken, daha çocukken. On sekizine değmeden çocuğu olmuş. Bir de kenar semtte gecekondu evi. Kiralık. Dünyalar güzeli bir çocuk, maviş maviş gözleri deniz getiriyor yoksul evine. Ingaa’ları deniz serinliği.

Çalışmıyor. Tek çalışan kocası, o da yevmiyeli işçi. Günlük kazanıyor, günlük yiyorlar. O gün iş çıkmazsa birkaç gün öncesinden ne kalmışsa onunla idare ediyorlar. Koca işe gidip geliyor ama çenesi de boş durmuyor. Akşama kadar ne yaptın? Kimlerle görüştün? Ben yokken kimleri alıyorsun içeriye? Daha neler neler… Kıskançlık nöbetleri. Yalnızca kıskançlık olsa bari! Eli kalkıyor, bir yüzüne, bir başına iniyor tokatlar. Babasından öyle görmüş, annesinin yediği tokatlara, için için ağlayışlarına, kimselere anlatamayışlarına tanık olmuş. Bu topraklarda kadın olmanın suç olduğunu ta çocukluğundan öğrenmiş.

Kendi yaşamının da annesininki gibi geçmesine isyan ediyor. Canına tak dediği bir gün kalkan eli itiyor, üstüne yürüyen kocasının duvara çarpan tok sesinden sonra, henüz yürümeye başlamamış olan maviş Hazal’ı alıp çıkıyor evden. Çıkış o çıkış. Baba evinde alıyor soluğu, günlük alışverişten arta kalan dolmuş parasıyla. Babanın yüzü asık, istiyor ki kocasına dönsün. Anne anlıyor kuzusunun neler yaşadığını. Kendi ilk evlilik yılları ve sonraki on yıl geçiyor gözlerinin önünden. Hak veriyor kızına. Ben bakarım Maviş’e sen çalışmaya başla, diyor. Cesaretlendiriyor.

Aylar sürüyor ayrılmaları. Koca bırakmıyor peşini. Israr ediyor boşanmamak için ancak kayınpederden yılıyor. Birkaç kez yolunu kesse de fazla yaklaşamıyor.

Küçücük bir kondu evi buluyor baba evine yakın. Tanıdık bir ailenin kondusuna bitişik bir oda. Neyse ki suyu ve tuvaleti var. Bir köşede mutfak. Maviş’i ananneye bırakarak çıkıyor gündelik ücretle varsıl evlerde temizliğe. Çok olmamış temizliğe başlayalı, çabuk alışmış yalnız yaşamaya. Bir odalık bir gecekondu köşesinde geçiyor günleri Maviş’yle. Senin yazgın da benimki veya anneminki olmayacak, sen okuyacaksın Maviş diyerek ninniler söylüyor. Söylediği ninnilerle uykuya dalıyor her ikisi de. Sabah annesine bırakıp çıkıyor evden, akşam bazen annesiyle yiyor yemeği, bazen Maviş’le kendi odasında.

Adı Özlem. Baba evinde televizyonda izliyor rahat yaşamları. Eline geçen gazetelerde, dergilerde okuyor rahat yaşamı. Özlem duyuyor o evlerde oturmaya, onlar gibi yaşamaya. Özlemini duyduğu yaşamın tüm işçilerin, çalışanların birliğinden geçeceğini öğrenecek. Tek başını kurtarmanın bir çözüm olmayacağını, kurtarsa bile kendisi gibi binlerce gündelikçinin yaşamının değişmeyeceğini, “Yeter artık be, bitsin bu yoksulluk!” demeyi de öğrenecek. Ya da ben öyle kuruyorum emekli kafamla. Yeter diye bağırdığımız meydanlarda yükselen gür sesimiz çınlıyor kulaklarımda. Biz yeter edebilmiş miydik selin önündeki bu ufalanmayı? Biz edemedik ama gençler edecek diye dönüyorum yazıma.

Kahve molası bitti sanırım. Sesler kesildi, eşim hafif adımlarla mutfağa geçiyor. Kahve içeceğiz anlaşılan, her akşamüstü yaptığımız gibi.

Oturduğum yere yaklaştığının ayırdına varıyorum sesi duyunca. “Beyim bu masayı da sileyim mi? Gözlerine bakıyorum, ela gözlerine. Ne kadar güzel, diyorum içimden. Bu güzel gözlerde hüzün olmamalı, bu güzel gözler içi kararmış, kafası örümcek dolu bir kara cahilin elinde solmamalı. Bu genç kadın da insan gibi yaşamalı. Sonra ne gelir elimden diyorum, kendime. Ne gelir elimden günlük ücretini vermekten başka? Belki ücretinin biraz fazlası… Belki bu üç kuruşluk fazlayı da kabul etmeyecek, öyle onurlu bir duruşu var ki!

“Yok, silme” diyorum, “öyle kalsın. “