Sayın Mansur Yavaş’a kızıyorum dostlar. Hem de öyle böyle bir kızma değil. Tepeden tırnağa kızıyorum. Şunun şurasında daha ikinci yılını doldurmadan yaptıklarına bakıyorum kızmayacak gibi değil. Neredeyse çeyrek asırdır biz böyle şeylere alışkın değildik, ‘Eski köye yeni adetler getirmeye başladı’. Neymiş efendim, “Ankara Cumhuriyet’in başkentiymiş. Türkiye’nin çağdaş, modern, gülen ve görünen yüzü olmalıymış.” filan.
Yaşadığımız pandemi günlerinde tutturmuş kenar mahallelerdeki, işsiz güçsüzlerin, çoluk-çocuk gecekondusuna sığınmış ailelerin bakkal borçlarını kapatacağım diye. Kapatmış da, vatandaş bakkala borcu nedeniyle utana sıkıla giderken.
Bakkal müjdeyi veriyor vatandaşa;
-Haydi gözünüz aydın, dün bir Hızır geldi. Kim olduğunu bilmiyorum. Veresiye defterlerini alıp gitti, bakkala borcunuz yok.
Askıda fatura, askıda ekmek… Veren belli değil, alan belli değil. Şaşaa yok. Tantana yok. Çaresiz vatandaşın yüzü gülüyor, içine bir umut, bir ışık doğuyor. Ülkede böyle insan, böyle idareci de olacakmış demek. Nesli tükenmiş de olsa.
Sahi ben neden kızıyorum Sayın Yavaş’a? Gelecekte “dinozorların heykelini diken adam” olarak anılmak varken, “nesli tükenen dinozor” olarak anılacak (!)
Diğer yandan Ankara’yı bilimin, kültürün, uygarlığın başkenti yapmak çok zor ve çetin iştir. Akıl vermek gibi olmasın ama, Sayın Yavaş, aslında işin kolayı var. Örneğin arabanla yontuların yanından geçerken “tükürüp geçsen yontuların içine” daha pratik değil mi? (!)
Yine geçen gün kavşaklara ve köprülere kaç liraya mal olduklarını yazdırmış. Dedik ya nesli tükenmişlerden. Biz siyaseti kasayı doldurmak olarak değil, keseyi doldurmak olarak biliriz. Yoksa yanılıyor muyum? Örneğin, “Ankara’yı parsel parsel satmak” varken... Sonra işi laf kalabalığına getirip, halkın karşısına geçip, pişkin pişkin gülmek varken… Siz tutun köprünün üstüne şu fiyata mal oldu diye yazın. Olacak iş mi bu?
Demek ki Sayın Yavaş farkında değil. Neredeyse son çeyrek asırda siyasetin iklimi değişti. Siyaset toplum için midir, yoksa siyaset, ticaret için mi? Balığı ‘bulanık suda’ avlamak varken, siz tutun köprünün üstüne maliyetini yazın. Atasözüdür anımsatayım, “İbadet de gizlidir, kabahat de.” Gizli olmayınca “parsel parsel” nasıl satacaksınız?
Sonra Sayın Yavaş, bugün akıldaneliğim tuttu kusura bakmayın. Size avantadan bir akıl daha. “Ankara’yı parsel parsel satmanın” hiç bir ‘cürmü cezası’ filan yok. Olsa olsa Sayın Kılıçdaroğlu sizi istifaya zorlar. Mahkemeye verecek değil ya. Konu unutulur gider yahu. Ben “lekelenirim, karalanırım mı?” diyorsun. Kolayı var. Bir televizyon şirketi kurarsınız, oradan anlatırsınız. ‘Beyaz, bembeyaz, ak pak’ olursunuz gider. Sonra yeleli aslanlar gibi dolaşırsınız milletin karşısında, otuz iki dişinizi göstererek (!)
Kahramanmaraş’ta edebiyat öğretmeni Aziz Serin, uzaktan eğitim yaparken internette yaşadığı sorun nedeniyle öğrencilerine ders anlatabilmek için çıktığı tepede, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiş.
Sayın Yavaş bu öğretmenin de acısını içinde duymuş. Şimdi öğretmeni tanıyan, duyan, hesaba alan mı var? “Öğretmen maaşları fazla diye” yakınıldığı, öğretmen evlerinin, lokallerinin elinden alındığı dönemde bu ne hümanistlik böyle?
Ayrıca Sayın Yavaş, Kars’ta, Van’da, Erzurum’da, Diyarbakır’da en ücra köylerde uzaktan eğitim alabilmek için çekmeyen internet nedeniyle tepelerde koşturan, ‘yalın ayak başı kabak’ köy çocuklarının da sesini duymuş. Açıklama yapıyor; buralara kadar teknoloji götürmeye ben hazırım diye.
En ücra köylerdeki çocukların heyecanını duymak, onların feryadını duymak… Onların gözyaşları nasıl oluyor da toprağa değil, Sayın Yavaş’ın taa Ankara’da yüreciğinin başına damlıyor?
Bu nedenlerle kızıyorum Sayın Yavaş’a. Şu üç günlük dünyada, bir tarikata girip, bir şeyhin eteğine yapışıp, “Ankara’yı parsel parsel satmak” varken, siz tutun sınır boylarındaki çocukların feryadını duyun, dinleyin. Olacak iş değil (!)