Bizim Mahmut öldü dün. Kocaman gülen güzel yürekli adam. En nazik mevzularda bile en muzip halleriyle en keskin hicivler yapardı Mahmut. Toplasan üç saati geçmez yüz yüze konuşmamız. Velakin kadimdi dostluğumuz. Hani yanında hesapsızca konuşmaktan zerre ürkmez ya insan kimilerinin, işte o kimilerinden biriydi Mahmut. İnsan, üç saatten fazla görmediğine nasıl derinlemesine muhabbet duyarmış ki? Kaybedince anlıyorsun…
Mahmut evinde, küçücük oğlunun kucağında ölüvermiş. Yüreğiyle başı sıkıntıdaydı Mahmut’un. Oyun etmiş Mahmut’a hain. Ulan kırkaltı yaşında durulur mu? Sabilerin kucağına düşüvermiş…
Hayal kurardı Mahmut. Hayal dedimse öyle dünyayı falan gezmek değil hani. Zaten Cerrahpaşa’dan kırkaltısında maluliyetten tekaüt, memur adamın hayalinden ne olacak… yaylasına gidecek, hayvan bakacaktı. Mantar toplayacaktı, çay yapacaktı durmadan. Hem de Vezirköprü semaverinde. Kağıt oynayacaktı liseden arkadaşlarla: Cihat’la, Sacit’le, Yalçın’la. Acil Şeref’e baskına gidecekti Çiçek Yaylasına belki.
Çam ağaçlarına asardı arı evlerini. Kocaoğlanlar gelip dağıttığında kızmazdı onlara. Tamam biraz kızardı, ama biraz. “Hepsini ne kırıyonuz ooolum!” derdi en çok. “İhtiyacınız kadarını alsanıza, kovan mı kalmadı benimkilerden başka koca ormanda? Ayular!”
Dokuzbuçukta gömmüşler bu sabah Mahmut’u kasaba mezarlığına. Senin yerine biz toplarız mantarları Maho. Biz içeriz yaylada semaverden demli çayları. Sen rahatına bak…