Yanlış hatırlamıyorsam bundan yaklaşık 20 yıl önceydi. Seyahat halindeyken canım sıkıldı ve radyoyu açtım. Başladım dinlemeye.
Bir ara sunucu, yaşanmış bir olaydan yola çıkarak bir hikâye paylaşacağını söyledi ve başladı anlatmaya. Hatırladığım kadarı ile sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
1940’lı yıllar 2. Dünya Savaşı, başta Avrupa olmak üzere bir sarmaşık gibi her yeri sarmış, anneler babalar evlatlarını, kadınlar kocalarını, çocuklar babalarını cephelerde kaybediyordu.
Cephelerin gerisinde ise farklı bir savaş veriliyordu. İnsanlar yokluk, açlık ve sefaletle, bombardıman uçaklarının yakıp, yıkıp, yok ettiği şehirlerde yaşam mücadelesi veriyorlardı.
Savaşın en karanlık günlerinin ve gecelerinin birinde bir Fransız askeri savaşa inat cepheye gelmeden önce aldığı romanı fırsat buldukça okumaya başlar. Sevgi ve aşk üzerine kurgulanmış olan romandan asker o kadar etkilenir ki romanı kaleme alan bayan yazarla bir şekilde irtibat kurup kendisini tanımak ister.
Cepheden romanın basıldığı yayınevine bir mektup kaleme alır ve romanından çok etkilendiğini, tanışma isteğini, asker olduğu için savaşta ölebileceğini dile getirerek yazarın da kabul etmesi halinde kendisi ile mektuplaşmak istediğini dile getirir.
Yayınevi askerin bu isteğine kayıtsız kalmaz ve romanın yazarı ile durumu paylaşır.
Yazar da bir mektup kaleme alarak cephede görevli askere gönderir. Artık adresler verilmiş askerin dileği yerine gelmiştir.
Zaman içerisinde mektuplaşmalar sıklaşır, asker ile yazar arasında başlayan mektup arkadaşlığı aşka dönüşür. Mektuplarda aşkı bulan, birbirlerini tutku ile seven asker ve yazar bu süreç içerisinde hiç fotoğraf göndermezler.
Yıllar sonra savaş sona erer. Cephedeki askerler terhis edilmeye başlar. Asker son bir mektup daha kaleme alır döneceği tarihi kendisine bildirir. Yazar da son bir mektup kaleme alır ve kendisini tren garında bekleyeceğini ve yakasına bir kırmızı karanfil takacağını bu şekilde kendisini tanıyabileceğini dile getirir.
Âşık asker terhis olur ve başlar tren yolculuğuna. Saatler hatta dakikalar geçmez olur asker için. Nihayet yolculuk son bulur ve gara ulaşır. Tüm askerlerle birlikte trenden iner ve omuzlarında yılların verdiği yükten olsa gerek, omuzları çökmüş, elinde bastonu yakasında kırmızı karanfil bulunan yaşlı bir kadın görür. Asker sevdiği, tutku ile âşık olduğu kadının bu kadın olamayacağını düşünür ve yavaş yavaş uzaklaşmaya başlar. Asker bir ara duraksar ve düşünür. Savaşın en karanlık günlerinde ve gecelerinde her şeyini paylaştığı kadına bu şekilde sırtını dönüp gidemezdi. Geri döner yaşlı kadına doğru yaklaşır ve “Merhaba” der. Yaşlı kadın da aynı şekilde karşılık verir. Asker merakla mektuplaştığı, romandaki sevgi ve aşk dolu metinlerin yazarı olup olmadığını sorar. Yaşlı kadın “Hayır! Ben değilim. O gar içerisinde bulunan restaurantta kahve içiyor ve seni bekliyor.”der.
Ne olup bittiğini anlamaya çalışan asker yaşlı kadının koluna girer ve gar içerisinde bulunan restauranta doğru ilerlemeye başlar. Restauranta girdiklerinde yaşlı kadın bastonu ile yazarı gösterir “Seni orada bekliyor.”der. Asker şaşkınlık içerisinde masada oturan güzel ve alımlı bayana yaklaşır ve sandalyeyi çekerek oturur. Asker neler olduğunu, neden yaşlı kadının karanfil taktığını sorar. Yazar da askere, “İçerdeki güzel bayanı görebilmek için, dışarıdaki yaşlı bayana selam vermek zorundaydın.”şeklinde net bir cevap verir. Yazar, askerin samimiyetini ve duygularını sınamak için böyle bir yola başvurmuş diyebiliriz. Yani şekilci mi, değil mi? Bu sorunun cevabını aramış ve bulmuş oluyor.
Kıssadan hisse diyelim.
İş hayatımız olsun, özel yaşantımız olsun her zaman yokuşlarla dolu. Şekilcilikten olsa gerek hayat yokuşunun son basamaklarında ümitsizliğe kapılıp geri dönerek ne çok başarı, ne çok zaferler kaybettik belki hayatımızda.
Oysa ki ne çok yaklaşmıştık.
En güzel günler sizlerin olsun.