Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan sayesinde yeni, çok büyük ve tarihi kökleri çok derine inen bir ibadethaneye daha kavuştuk.
Yani, 86 yıl önce müze yapılan gavur adıyla Haigi Sophia, yani Ayasofya, ikinci kez Cami-i Kebir’imiz oldu.
Çok mutlu olduk…
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan kardeşlerimiz Hacca gider gibi İstanbul’a geldiler.
Ve Cuma namazlarını eda ettiler.
Ben bu muhteşem tarihi eser ve dünya mirası Ayasofya için bir tek yazı yazdım.
Özetle dedim ki:
“Demek ki Ayasofya o zaman, Türkiye için sadece ve sadece “Seküler Sembol” olarak algılanmış ve tanımlanmış…
Bu Ayasofya’nın “sekulerizm sembolü” ve anlamı, bana göre son alınan kararla oldukça zedelendi…”
Yani tekrar camiye dönüştürülmesi yanlış bir karar olabilir demek istedim.
Laik bir Türkiye…
Batı’ya yönelmiş bir ülke…
Demokrasiyi içselleştirmeye yönelmiş bir TC.
Ve 1950’den sonra aldığımız bunca yolun bir noktasında “viraja” girmek gibi bir şey.
Tabii bu görüşe katılan olur veya olmaz.
Ama Ayasofya’nın açılmasından önce “sahibinin sesi” tv kanallarına çıkan, alt yazılarından “prof” ünvanı almış olduğu yazılan bazı zat-ı muhteremlerin Türkiye’nin laikliğe geçişi ve kabul edişini “Radikal sekülerizm” gibi görmeleri, din ve devlet işlerinin ayrılmasının yanlış olduğunu ima etmeleri beni derin derin düşündürdü.
Üstelik bunu “dayatma” olarak vasıflandırması…
Aslında son 20 yıl içinde füze hızıyla sayısı artan üniversitelerimizde yetişen bu ve bu kafada olan bilim adamlarının sayısı çoksa yandık demektir.
Tek tük ise mesele yok.
Ha sahi unutuyordum.
Yazmadan edemem.
Son aylarda “sahibinin sesi” TV kanallarının dilinden düşürmediği ve hemen her zaman kullandıkları “yerli ve milli” kelimelerini Ayasofya’nın açılış haberlerinde dile getirmemeleri dikkatimi çekti.
Hani yanlışlık veya dil sürçmesi ile “(Milli ve Yerli) dünya mirası Ayasofya ibadete açılıyor” diye anons bile yapabilirlerdi…
Yapmadılar.
Sevindim.