Sararmış badem çiçeklerinin ucundan bahar müjdecisi çağlalar baş uzattıklarında, yaşamda olmanın sarhoşluğuyla delirir, ölülere nispet yaparcasına Mezarlık Tepesi'ne koşardık. Kulenin duvarından dakikalarca çeltik ovasını, dağları, Kızılırmak'ı izlerdim hayranlıkla.
Bizim mezarlık mahallesinin çocuk kolonisinde bahar badem çağlaları, dede sakalları, çiğdem soğanlarıyla kutlanırdı. Taze kızamık dikeni yapraklarının ekşiliği dişlerimizi kamaştırırdı. Tepenin kayalıklarından gazyağı tenekelerini ezerek yaptığımız kızaklarımızla kulak tırmalayan bir gürültüyle inerdik Mahpusane Sokağına. Fevziye Teyze'nin aklı başından giderdi bizi öyle uçarken görünce. "Sağ yerde ölmezsin sen bebek" derdi bana. Bir keresinde yanarak ölmekten kurtarmışlığı bile vardı beni Fevziye Teyze'nin. Nurlar içinde yatsın.
Cami avlusundaki eski şadırvanda yüz yıkama molası vermeden önce Mapusanenin Kalekayası taşından yapılma kalın, soğuk duvarlarının önünde nöbet voltası atan jandarmanın tüfeğini incelerdik.
Bir keresinde, bir tabur asker kalabalığıyla girdik Habiplerin avlusuna. Gelincik tarlasına dönmüş kocaman avlu ve içindeki harabe bina pek hüzünlendirirdi beni. Biz ne kadar kalabalıksak o ev o kadar yalnız, terkedilmiş ve hüzünlü gelirdi bana. Birbirine çapraz çatılmış ağaçların arasına yığılan tuğlalardan yapılmış iki katlı bir evdi Habiplerin Evi. Ta o zamanlar eski bir evdi. Güneş yanığı duvarları, kararmış tahtaları, kapı kollarının yakınındaki sürtünme izleri, yalnızlık şarkısı mırıldanırdı çocuk kulaklarımıza sanki.
Bazen o kapıyı en son kimin kapattığını düşünürdüm. Avluda yarı gömülmüş halde duran mavi naylondan bir çocuk ayakkabısı ya da neden açıldığı belirsiz kuyunun yanında duran, sadece şoför kabini kalmış kamyon iskeleti de hüzünlendirirdi beni. Mahallenin çocuk kolonisinin kamyonculuk oynayarak Habiplerin yalnız evini şenlendirdiğini düşünür, mutlu olurdum. Komşu evdeki Bedir Teyze de kamyonla oynamamızın tehlikeli olabileceğini düşünür, gür sesiyle uyarırdı bizi. O sesle akşam ezanının okunduğunu, eve gitme vakti geldiğini hatırlar, salçada kızarmış soğan kokulu sokaklardan koşarak evlerimize dağılırdık.
Tarla zamanı dışında çarşıya gitmemiz yasaktı. Pazar günleri fırına pide yaptırmaya gitmek hariç tabii. Ama çarşıya yakın yerlerde kimi zaman rastladığımız Mehmet Çavuş, dünyanın en sevimli üniformalısıydı. Çocuklarla konuşurken, gülmekten kısılan gözleriyle afacan bir çocuğa dönüşüverirdi. Üniformasına rağmen silah taşımadığından mıdır nedir o kadar severdim ki Çavuş'u, fırlamalığıma rağmen peltek konuşmasıyla dalga geçmek aklıma bile gelmezdi. Hızlı konuşur, iyi top oynar, Kulüpte hocalık yapardı. Çarşıyı bir baştan öte başa herkesle selamlaşarak ama koşar adımlarla yürür, kimseyi kırmadan belediye zabıtalığı yapardı.
Geçen hafta öldü Mehmet Çavuş. Çarşı, daha bir eksildi. Her giden insan, her yıkılan duvar, her kesilen ağaç, her kapanan dükkan hatıralarımda sızlatan gedikler açıyorlar. Çavuş da kaya kadar boşluk bıraktı. Sadece Çavuş mu? Yaşar, Zeki Abi, hiç ölmez sandığım Bedir Teyze de öldüler bu ay. Fevziye Teyze gideli yıllar oldu. Evi bile satıldı çoktan. Hapishane kapandı. Duvarlarını saran sarmaşıklarla birlikte bir gün kurbanlık koyun gibi yıkılmayı bekliyor. Tıpkı Habiplerin Evi gibi.
Habiplerin Evine gidip dertleşesim var bu günlerde. Onca yıldır bunca yalnızlığa nasıl dayanmış sorasım var...
(Eskilerden bir yazı)