- Haydi kalk kahvaltıyı kaçıracağız.
Uyku sersemliğiyle çıkıştım.
- Ne diyorsun, ne kahvaltısı?
- Ne kahvaltısı olur mu canım, sabah ne yiyoruz biz? Zaten öğlen olmak üzere, sen üstüne bir şeyler giy de in aşağıya, kahvaltı salonuna, ben iniyorum.
Eşimin uyarısıyla kulaklarım yelpaze gibi açıldı, duş aldım, havlulara sarınıp kurulandım, alelacele tıraş oldum, şortumu ve t-şortumu giyindim, kaydırmaz terliğimi ayağıma takıp odadan çıktım, hızla merdivenleri inip kahvaltı masasında oturan eşimin yanındaki sandalyeye kuruldum. Henüz diğer arkadaşlar inmemişti, kahvaltı salonu hemen hemen boş sayılırdı. Yan masada çam yarması gibi üç delikanlı oturuyordu, diğer masalar boştu.
Motel görevlileri bütün moteli tertemiz silmiş, yerler cilalanmış gibi pırıl pırıl. Garsonlar kahvaltı masalarına kokusu ta merdiven başından insanı çeken, masaya oturunca da tüm çekiciliği ve iştah açıcılığıyla ‘tat beni’ diyen, üst üste yığılarak on, on iki katlı bir piramit oluşturmuş ince ekmek dilimlerini özenle dizmişlerdi. Belki de ince dilimlerin en üstüne ekmek kızartıcıdan geçirilerek yerleştirilmiş tereyağlı ekmek dilimleriydi bu iştah açıcı kokuyu veren.
Beni en çok şaşırtan şey ne ekmekti, ne düzenli motel odası, ne yan masadaki çam yarmaları, ne de kahvaltı salonuydu. Emekçi bir ailenin çocuğu olarak, yaz tatili, araba, belki ilerde bir yazlık ev edinme gibi küçük kentsoylu alışkanlıkları kısa zamanda benimsemem, biraz da çevre baskısıyla bunları zorunluluk olarak düşünmemdi. Bütün insanların bu sıralanan nimetlerden yararlanmaları için ne gibi bir çaba gerektiğini az çok biliyordum. Birçok şeyden kısarak küçük birikimler veya taksitle edinme. Motel, denizde tatil, ev, araba ve benzerleri emekçiye de uzak olmamalı. Düzen öyle kurulmalı ki geniş emekçi kitleler devlet kurumları aracılığıyla bu olanaklardan yararlanabilsin. Emekçi çocuklarının gözü tatil beldelerinde kalmasın. Yaşama alışkanlıklarına renk gelsin.
Bunları düşünerek dalmışım ki Flemenkçe olduğunu düşündüğüm birkaç sözcükle ekmeği işaret ederek bana hitap edildiğini duymamışım, yanımda oturan eşimim dürtmesiyle çıktım dalgınlığımdan ve tepemde dikilmiş çam yarmasına baktım. İsteğini ekmeği işaret ederek yineledi. En yakındaki üç masaya göz attım, masaya dizilmiş ekmeklerden eser kalmamıştı.
Kafamı çam yarmasına çevirdim ve Türkçe “Hayır alamazsınız.” dedim. Anladı dediğimi ben başımı da olumsuz anlamda sallayarak yineledim “Hayır alamazsınız.”
Çam yarması, eşimin, masaya henüz oturmuş olan arkadaşlarımın ve kendi masasında oturan diğer iki arkadaşının şaşkın bakışları altında uzaklaştı, salonun giriş kapısında kayboldu.
Eşim ve evli bir çift olan arkadaşlarım şaşkınlık içinde “Neden ekmeği vermedin çocuğa? Hiç değilse İngilizce söyleseydin, anlardı.” diyerek beni yermeye başladılar. “Merak etmeyin, pek âlâ anladı söylediğimi.” Yermenin haşlamaya dönebileceği ve sabah huzurumuzun kaçabileceği endişesiyle nedenlerimi sıraladım.
Bu üç delikanlı henüz kahvaltı yapmadan masalarındaki ekmeği bitirdikleri gibi yandaki iki masaya konulmuş olan dilimleri de tüketmiş, ayrıca, bir ileri masaya kadar zahmet edip oradan almak yerine kendilerine en yakın komşu masa olan bizim masaya gelmiş bizden ekmek istiyorlar ve bunu kendi ana dillerinde konuşarak istiyorlar. Rahatsızlık verici olan henüz kahvaltı başlamadan masaların en az üçüne konulan ekmeği tüketmiş olmalarıydı. Bir de garsonlardan ekmek istemek yerine diğer masalardaki ekmeği kimseden izin almadan alıp yemeleriydi. Ülkeye gelmişler, keyiflerince yiyip içip geziyorlar, bir zahmet üç beş Türkçe sözcük ve birkaç tümce öğrenselerdi. Türkçe olarak ekmek istemelerini belki daha sıcak karşılayabilirdim. İçimizden birisi bir Avrupa ülkesinde olsa ve benzer bir durumda Türkçe bir şey istese kim anlar da verirdi istenileni? Biz bir yabancı ülkeye gezi amaçlı giderken derdimizi anlatacak kadar sözcük ve tümceyi öğrenerek gideriz. Bu delikanlılar çoğu Avrupalıda görülen üstünlük havasıyla, hayır denemeyeceği varsayımıyla böyle bir talepte bulunmuşlardı. Durumu böylece izah ettim ve bizimkilerin baş hareketleriyle onayladıklarını gördüm, hatta “Doğru, orda bize daha kötü davranıyorlar.” dediklerini duydum. Kendileri dışındakilere “öteki” gözüyle bakma sıradanlaştı Avrupalılarda. Hatta günümüzde ırkçı yanları iyice bilendi göç dalgalarıyla. Sömürgeci atalarından aldıkları kötü alışkanlıkları depreşti.
Bu sırada salondan çıkan çam yarması yanında şık giyimli, kravatlı bir beyefendiyle birlikte bizim masaya geldi. Siyah takım elbiseli beyefendi kendisinin motel koordinatörü olduğunu belirttikten sonra doğrudan bana hitapla “Beyefendi, konuklarımız sizden ekmek istemişler, vermemişsiniz.” dedi. Hemen karşılığını verdim “Doğru vermedim, garsondan istemeleri gerekti.” Koordinatör anladı ne demek istediğimi ve teşekkür ederek masamızdan ayrıldı. “Neden vermediniz?” sorusu gelseydi ne mi olurdu? Eşime ve arkadaşlarıma durumu anlatır, kahvaltıyı beklemeden hesabı keser, başka bir motele giderdim.