DÜŞÜNSEL DEVRİM GEREKİYOR
Kadına yönelik şiddet ise: “Kamusal ve özel yaşamda, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı ve ıstırap veren, ya da verebilecek olan, cinsiyete dayalı bir eylem, tehdit veya keyfi olarak özgürlükten, ekonomik gereksinimlerden yoksun bırakma” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlama Psikiyatri Derneği Genel Merkezi’nin ortak bildirisi olarak yayınlanmıştır. Bu tanımı okuyan erkek-kadın hepimiz, şu an bulunduğumuz yaşa gelinceye kadar neler yaşamışız diye tekrar düşünürsek iyi olur…
25 Kasım tarihinin bir mücadele günü olarak ortaya çıkmasının temelinde de 1960 yılında Dominik Cumhuriyetinde, Trojılo diktatörlüğüne karşı direnen eşlerini cezaevinde ziyarete giden (Mirabel) kardeşlerin ziyaret sonrası tecavüz edilerek öldürülmeleri yatmaktadır. Bu olay üzerine tüm dünyada kadın hakları savunucuları uzun yıllar mücadele vermiş, sonuçta; aradan geçen 39 yılın ardından 1999 tarihinde Birleşmiş Milletler kararıyla 25 Kasım tarihi “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak kabul edilmiştir.
Buradan da anlaşıldığı gibi; hak ve özgürlükler konusunda önemli bir adım atılmasının ardında, her zaman büyük mücadeleler yatmaktadır. Kadını bir toplumun duygu dünyasının mimarı olarak düşünürsek; toplumun duygu dünyasının mimarına şiddet uygulanıyorsa, o toplumun bireylerinin sağlıklı olacağını nasıl düşünürüz? Böyle bir toplumun bireylerinin duygu dünyalarının sağlıklı olacağını beklemek yersiz, haksız bir beklenti olur herhâlde...
Hemen birçok konuda olduğu gibi bu konuda da uluslararası düzeydeki karnemizin iyi olmadığı açık. Bilindiği gibi görsel ve yazılı iletişim araçlarından kadın şiddeti haberleri eksik olmuyor. Biz ülke olarak evrensel insan hakları kararlarının altında imzaları olan bir ülkeyiz. Bu evrensel kararlar insanı, kadını, çocuğu, hayvan haklarını koruma bildirgelerini de kapsıyor. Bütün eksiklere rağmen, medenî yasamız son şekli ile dünyanın gelişmiş ülkelerinden yasa olarak pek de geri ve eksik sayılmaz. Yasalarda fazla eksiklik olmadığına göre, bizim toplumsal yapımızda kadını algılayış biçimimizi yeniden sorgulamamız gerekebilir. Toplumda olumlu gelişmelerin yasaların değişmesiyle tam olarak gelişmediği aynı paralelde kafaların (zihniyet ve düşüncenin )değişmesiyle mümkün olabilir. Bütün bunların da ülkenin genel düşünce iklimiyle doğrudan ilişkili olduğunu bilmekteyiz. Bir ülkede, ne zaman insan hak ve özgürlüklerinde sorun varsa, o ülkede kadın, çocuk ve hayvan haklarının varlığından söz edilemez. Çünkü kadın hakları aslında insan haklarından ayrı bir konu değildir. İnsan haklarının yok sayıldığı ülkelerde, kadın hakları iki kat, üç kat daha fazla çiğnenmekte, yok sayılmaktadır.
Şiddetin olmaması için eğitim ve öğretimin şart olduğunu düşünebiliriz. Bunun tek başına yeterli olacağının düşünülmesinin de yetersiz olduğu araştırmalarla ortaya konulmuştur. Şiddetin, eğitim- öğretim farkı tanımadığı, bunun şiddeti engelleyen bir özellik olmadığı artık biliniyor. Toplumda her yüz kadından otuz beşi (% 35) şiddet görmekte. Bu oranın bir bölümünün ise, hem şiddet görenin, hem şiddeti uygulayanın, lise ve yüksek öğrenimli olduğu gerçeğinden yola çıkarsak, kişinin yüksek öğrenimli olması gerçekten uygar insan olduğunu göstermez sonucuna varabiliriz. Sonuç olarak; şiddet küresel, toplumsal ve bireysel sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Güçlünün, güçsüzü ezdiği bir dünyada yaşıyoruz. “Şiddete hayır” derken; insanın, insana, kadına, erkeğe, çocuğa ve hayvana karşı yaptığı tüm şiddet girişimlerine karşı çıkmak ve bu konuda mücadele etmek gerekir… Şiddet adres sormuyor; Eğitimli, eğitimsiz, ilerici, gerici muhafazakâr, devrimci, açık, kapalı her tür sosyal konumdaki insan, kadın, erkek, çocuk şiddet görüyor ve şiddet uygulayabiliyor. Bu durumun bizim toplumda çok yaygın olmasının nedenlerinden en önemlisi sevgi ve saygı kültürü içinde değil, korku kültürü içinde yetişmemizden kaynaklandığını görmemiz gerekli. Bu korku kültürü öfke kontrolü çok zor olan bir toplum oluşturmuş durumda. Öfke kontrolünün de öyle bireylerin kendi kendilerine yardımsız başarabilecekleri bir durum olmadığını anlatıyor konunun uzmanları.
Şiddetin bir tür öğrenilen sorun olduğuna hep bilinen bir örnek verilir. Bu örnek “kimin gücü, kime yetiyorsa onu ezer” düşüncesini de doğrulamaktadır. İş yerinde yöneticiden eleştiri alan erkek, eve geldiğinde, içindeki öfkeyi en yakında olan karısına boşaltmaktadır. Fiziksel ve ruhsal olarak yara alan kadın, içinde biriken öfkesini kendinden zayıf olan çocuğuna yöneltmektedir. Çocuk ne yapsın? Varsa kendinden küçük kardeşi, yoksa hayvanlara yöneltmektedir öfkesini. Böylece şiddet zinciri, kendinden daha az güçlü olana yönelerek devam edip gitmektedir.
Başka bir açıdan bakıldığında da şunu görüyoruz kadına şiddet uygulayan erkekleri de yine bir kadın olan anneler yetiştirmekte. Bu yetiştirdikleri erkek çocuklar daha sonra annelerinin hemcinsi olan eşlerine ve kız arkadaşlarına neden bu kadar öfkeliler acaba? Durum oldukça karmaşık görünüyor. Toplumda görürüz, kendini güçsüz hisseden insanlar fazla bağırır, üstünlük kazanmaya çalışırlar, baktılar ki yenilecekler hemen kaba kuvvete başvururlar. Bu insanlar çocukluklarında ya çok ezilmiş, şiddet görmüş, olanlar, ya da sürekli güçlü olmaya yönlendirilmiş olanlardır. Yani ezilen insanlar da giderek ezen insanlar haline gelebiliyor.
Yaşamda kendilerini yeterince yetiştiremezlerse, Çocukluğunda ailesi tarafında egosu sürekli şişirilerek yetiştirilen de, yaşamda egosunun yara almasına asla tahammül edememektedir. Böyle yetişmiş insanlar kolayca şiddete başvurabilmekte.
Kadını; öncelikle erkekle eşit yaratılmış olmasına karşın, yaşamı paylaşırken, farklı görevleri olan insan olarak görme bilincini oluşturmalıyız. Ama bugünkü anlayış devam ettiği sürece, genelde insanın insana, özelde erkeğin kadına, şiddeti bitecek gibi değil ne yazık ki. Fiziksel, cinsel, duygusal ve ekonomik ayrımcılığın ve şiddetin olmadığı bir dünya dileğiyle…