Şimdi anlatacağım hikaye de bu hastalıklardan birisi ve belki de en korkuncu olan şehvet eseri olan -anlatıldığına göre-- İran şehinşahlarından birisi olan Feridun adında bir şaha aittir.
Hikaye şöyle:
Zamanın İran Şahı Feridun, bahçelerin arasından geçen yolda dolaşırken bahçenin birinde son derece güzel hasna, müstesna bir hanım görür ve kadının gıyabında ona aşık olur, tutulur. Aklını o güzel kadına takar. Gece-gündüz aklı onunladır. Muhasiperini çağırır, bu kadının kendisine getirilmesini emreder. Adamları şaha, sen koskoca İran devletinin şahısın, bu kadın evli, nikahlı, namuslu bir kadındır. İran güzelleri ile meşhur bir memlekettir. Arayıp bekar olanını bulalım, sarayda sayılamayacak kadar cariyen var. Takma aklını bu kadına derler, fayda etmez. Çünkü şeytan ve nefis şehvet zehrini Feridun’a akıtmıştır.
Bu kadını elde etmek için çare bulun, der. Adamları eğer biz bu hanımı zorla getirirsek, sizin halk nazarında itibarınız sıfıra düşer. Hileli bir yol bulup bu kadının kocasını yok edersek, o zaman bu işin yolu açılır derler ve araştırırlar. Kadının kocası o beldenin meşhur marangozudur. Ona yapamayacağı bir iş teklif edelim. Sonunda da onu idama mahkum edelim gibi bir tuzak hazırlarlar.
Adamı saraya çağırırlar. Ona sen bu beldenin en meşhur marangozuymuşsun. Bize bir hafta içinde öd ağacından (sert bir ağaç) 40 tane işlemeli sandık yapacaksın. Bütün çıraklarını kalfalarını çağır bu işi bir hafta içinde yapacaksın. Eğer yapamazsan sekizinci gün padişahın emrine muhalefetten boynun vurulacaktır derler.
Bırak bu müddet içinde 40 sandık yapmayı, (işlemeli ve süslemeli, sert katı bir ağaçtan bir de...) bir haftada bir kişi bir sandığı bile yapamaz dese de karar verilir.
Zavallı marangoz gözyaşları içinde evine gelir. Olayı güzel, masum, namuslu hanımına anlatır ve bu işin içinde bir iş var ve sonu ölüm. Hanımı teselli etse de marangoz sükûn bulmaz. Hanımım benim idam kararım verilmiştir. Bir hafta ömrüm kaldı. Bu bir haftayı ikimiz ayrılmadan geçirelim, bari ahiretimizi kurtaralım der. Güzel olduğu kadar akıllı da olan hanım, kocasını teselli ederek, beyim, eşim, bu yaşına gelinceye kadar sen hiç kimseye zulüm ettin mi, hayır. Kimsenin malına canına, namusuna göz diktin mi, hayır, der.
Öyle ise bu bir haftayı ulu Allah’a dua ile havale edelim der ve bir hafta gözyaşı ile geçer. Marangoz ölümüme üç gün kaldı, iki gün, bir gün, beş saat, üç saat, bir saat diyordu. Derken bir hafta bitti. O anda kapı çalındı. Marangoz hanımına sarılıp helallik diledi. Bu arada bacaklarının bağı çözüldü ve yere yığıldı. Hanımı kapıyı açtı; saraydan bir görevli... Marangoz, sandıklar hazır değil yapamadım diye bağırdı. Gelen memur da ona, bırak şimdi sandıkları, acele buraya gel. Padişah öldü. Yerine geçen kişi İran şahı oldu. Onun emri acele bir tabut... Eski şaha bir tabut lazım. Onun için geldim. Yeni şahın emri budur, deyince, marangozun dizlerine can geldi. Marangozun hanımı, fesüphanallah, tebarekellah, masumların yardımcısıdır Hz. Allah diye bağırır.
Evet sayın okuyucu; Hak tecelli eyleyince her işi asan eder, halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder.
Allah’a ve Allah’ın mazlum ve masum kullarına tuzak kuranlara Allah da onlara daha çetin tuzak kurar (Ayet, Enfal 30) De ki Ya Muhammet SAV. Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla zarar veremez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler ancak Allah’a inanmalı, ona dayanmalı ve ona güvenmelidir. Yani tevekkül etmelidir. Sebebine sarılarak neticeyi ulu Allah’a havale etmeli, işi ehline bırakmalıdır. (Tevbe 51. ayet) Allah naçarların zararına dayanamaz. Dualarını asla geri çevirmez.
Şair ne demiş:
Naçar kalacak yerde
Nagah açılır perde
Derman erişir derde
Görelim mevlam neyler
Neylerse güzel eyler
Deme şol niçün şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonunu seyreyle
Görelim mevlam neyler
Neylerse güzel eyler
(Marifetname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri)
GİZEMLİ BİR HİKAYE
Osmanlı ve Selçuklulara gelmeden önce İslam’ı temsil eden devletlerin ve özellikle de Emevilerin ve Abbasilerin en güçlü halifesi, hükümdarı Harun Reşit’tir.
Devrinin dini ve dünyevi müsbet ilimlerde en yüksek derecede idi. Devrinin dünyası da bu günün Amerikası dersek abartmış olmayız.
Hülagu’nun Bağdat’ı işgalinde 600 bin kitabın (el yazması) Dicle nehrine atıldığı ve nehrin yüzünün mürekkepten simsiyah aktığı bilinen bir husustur. İşte böylesine kitapların bulunduğu o zamanın Bağdat’ıydı. Batıdan, Yunandan bugünün medeniyetini doğuran bilgi eserleri o zaman Arapçaya tercüme ettirilmişti. İşte Abbasilerin popüler halifesi Harun Reşit’e Fransa kralı çok az bulunan yediveren bir gül hediye ediyor. Binbirgece masallarının konu edildiği meşhur Bağdat bahçelerinden en önemlisi Bağdat saray bahçesine bu fidanı diktirdi ve bahçıvana bu gül fidanın önemli bir hediye olduğunu, buna gözün gibi bakacaksın, bütün maharetini özenle gösterecek ve bu gülü çoğaltacaksın diye Harun Reşit tembih etti.
Bahçıvan gereken özen gösterdi. Gül fidanı yerini sevdi, kısa zamanda açılıp serpildi. Padişah bahçivanı ödüllendirdi. Fakat bu arada ilginç bir olay oldu. Bahçıvanın kokusuna ve rengine doyum olmayan bu güllerden bir demet yapıp Harun Reşit’e sunayım diye gül fidanının yanına geldiyse bir de ne görsün, karşısına bir bülbül çıktı. Öttü, öttü, bahçıvanı mest etti. Bu arada bülbül ani bir hamle ile güle hücum etti ve gagası kanadı ve ayakları ile gülü darmadağın etti, mahvetti. Bahçıvan Allah korusun 18 yaşında bir oğlu ölmüş gibi üzüldü. Feryadü figan edip durumu halife Harun Reşit’e haber verdi. Özürler diledi.
(SÜRECEK)