Dil, hem kendi köklerinden hem de kullanımlarından (tasarruflarından) oluşan dinamik, yaşayan bir yapıdır. Bu ifadedeki “kullanım” sözünü açmaya çalışalım.
Toplumların tarih yolculuğunda göçler değişik kültürler arasında etkileşime yol açmıştır. Bu da ister istemez faklı kültürlerden kullanımları beraberinde getirmiştir. Örneğin, Hitit dili içinde bulunan Çerkezce ve eski İran dillerinden kelimeler bulunması Anadolu’ya dışarıdan gelmiş bu kavmin kelime aldığı kültürlerle uzun süreli bir ilişki içinde olduğunun işaretidir. Hititlerin Anadolu’ya daha atın evcilleştirilmediği bir çağda geldikleri bilindiğine göre, o kültürlerle kelime alacak kadar o coğrafyalarda bulunduklarını söylemek mümkündür.
Göç kavramına coğrafi göç olarak değil de geniş bir açıyla bakılırsa, toplumların din değiştirmelerinin de bir kültürel göç olarak ifade edilmesi mümkündür. Bu konuda tipik örnek Türk toplumudur. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra Arap ve Acem kültürünün baskın etkisiyle Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeye girmiştir. Hele Selçuklularda Farsça devletin resmi dili hâline gelmiştir. Ta ki Karamanoğlu Mehmet Bey’in 03 Mayıs 1277’de “Bugünden sonra divanda, dergâhta ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” diyen fermanına kadar. Bu hamle sadece siyasi ve askeri bir zafer değil aynı zamanda kültürel bir zafer de olmuştur.
Osmanlılar döneminde halk Türkçe konuşarak anlaşırken ve türkülerini söylerken saray ve çevresinde Arapça ve Farsça kelimelerin baskın olarak kullanıldığı bir dil vardır ki günümüzde buna Osmanlıca denilmesi dilbilim kurallarına aykırıdır. Bu melez kelime yapısı saray ve çevresinden beslenen edebiyatı da kaçınılmaz olarak etkilemiş ve bugün Divan edebiyatı dediğimiz dönem yaşanmıştır.
Attila İlhan Paris’te İranlı ve Arap gençlere bizim Divan edebiyatımızda gazeller okumuş ancak hiçbiri tarafından ne olduğu anlaşılamamıştır. Yani divan edebiyatında olan Arapça, Farsça kelime çoğunluğu o şiirlerin Farsça ve Arapça bilenler tarafından anlaşılacağı anlamına gelmez.
Tarık Zafer Tunaya II. Meşrutiyet için cumhuriyetin laboratuvarı benzetmesini yapar. İşte bu dönemin aydınları Türkçeyi yeniden keşfederek dil devriminin temellerini atarlar. Bu konuda ilk akla gelen isim de Ömer Seyfettin’dir.
Ömer Seyfettin Ali Canip’e yazdığı bir mektupta şunları söyler. “Geliniz Ali Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah, büyük fikir! Say, sebat ister.”
O dönemden başlayarak edebiyatta Türkçe öne çıkmaya başlamıştır. Şairlerimiz hece vezniyle şiirler yazarak bu mücadelede önemli kazanımlar sağlamışlardır. Cumhuriyet ise kanla, irfanla yapılan bir devrim sonucu ilan edilmiştir.
Cumhuriyetle birlikte gazeteler de Türkçenin kullanılmasında önemli bir görev üstlenmişlerdir. Ömer Seyfettin’in başlattığı Türkçe seferberliği, Genç Kalemler dergisi nasıl bir aydın hareketiyse Osmanlı’da aydınlar arasında Fransızcanın yaygın kullanımı yabancı kelimelere olan hayranlığı da yaratan bilinçsiz aydınlardır. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanı ile de bu öykünmeci tip hicvedilmiştir.
1945’de İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ABD’nin dünya jandarmalığına soyunmasıyla Türkiye’de de Fransızca yerini İngilizceye terk etmiştir.
İşte buradan baskın kültür emperyalizme geçebiliriz ve izin verirseniz Azima Agalarova’nın “Ağlayan Duvar” adlı romanı için yazdığın yazıdan bir alıntı yapmak istiyorum. Tam yerine denk geldi zira.
“Tarihte bazı kırılma noktaları vardır ki onu yazanların “önce” ve “sonra” ön ekleriyle anılmışlardır. Örneğin milattan önce ve milattan sonra gibi. Burada “milat” Hz. İsa’nın doğumudur. Yani tarihi kendi ölçütleriyle ifade eden batı, Hıristiyanlığı çıkış noktası olarak kullanmış ve bunu da herkese dayatmıştır.
Biz de tarihe bakarken bir olguyu önce ve sonra ön ekiyle kullanacağız. Sömürgecilik ve emperyalizminden önce ve sonra… Çünkü sömürgecilik ve emperyalizmin tarih sahnesine çıkışından sonra dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan toplumların kendi iç dinamikleriyle bir gelişme süreci yaşamaları olasılığı kalmamıştır.
Avrupa’da tırmanma şeridinde olan kapitalizmin Amerika’yı keşif/işgal etmesiyle o coğrafyada meyve toplayıcılığı ve avcılıkla geçinen toplumlar kendi kültürlerini, yaşam özgürlüklerini yitirerek ya köle olmuşlar ya da yapılan soykırımlarla yok edilmişlerdir. Kalan azınlık ise asimile edilmiştir. Aynı durum uzak Asya’da Avrupalıların sömürgesi olan toplumlar için de geçerlidir. Afrika’daki toplumlar da tıpkı Amerika’da meyve toplayıcılığı yaşayanlar gibi kendi kültürlerini, inançlarını ve dillerini yitirerek fosilleştirilmişlerdir. Bugün güney Amerika’da iki dil konuşulur, Brezilya’da Portekizce, diğer ülkelerde kuzeydeki Meksika dâhil İspanyolca… İnanç mı dediniz? Hepsi Katolik olmuştur kaçınılmaz olarak. Çünkü o dönemde Avrupa Katolik mezhebine mensuptur, bir diğer deyişle Protestanlık henüz icat edilmemiştir.”
Göçlerin diller üzerinde olan etkisine değinmiştim ya bu etkiye bir de sömürgecilik ve emperyalizmi eklemek zorundayız.
Toplumlar kendi ana dillerini yitirmemek için çağımızda daha çok mücadele etmek zorundadırlar. İnsan dil ile düşünür; bilim, sanat ve felsefe yapar.
Dünyamız 5G denilen bir teknolojik gelişmenin eşiğindedir. 21. Yüzyıla damgasına vuran “Corona virüs” denen salgın hastalık için dikkat ettiniz mi “epidemi” kelimesi kullanılıyor. Niye Türkçesi varken epidemi? Daha mı derin bir ifade oluyor? (Epidemi: Salgın hastalık)
Tek dünya devleti hayalleri kuran yaratıklar ulusların dillerini de yozlaştırarak hedeflerine varmaya çalışıyorlar. Tarihe bakınız lütfen, yaptıkları yapacaklarının teminatı değil midir?
İnsanlık bu virüs saldırısını da yener. Ancak dile yapılan virüs saldırılarına karşı uyanık olması gerekenler aydınlardır. Küresel çetelerin medyayı denetimleri altına aldıkları bu çağda gerçekleri halka anlatmak ve bilinç taşıma görevi gerçekliği okuyup algılayan aydınlara ve sanatçılara düşmektedir.