Berberin tıraş makinesinin monoton tak takları ve beyaz badanalı duvardaki çiviye asılı saatin yelkovan sesinden başka çıt çıkmıyordu 43 depreminden kalma traş sabunu kokan köhne dükkanda.
Koltukta büzülerek oturan, ilkokul çağındaki kara kuru çocuk, makinenin soğukluğuyla zaman zaman ürperiyor, küçük başını süveter kazağın içine sokmaya çalışıyordu titreyerek. Berber Adem dükkandaki sessizliği farkedip, tezgahın üstündeki çiviye asılı radyonun düğmesine bastı usulca. Duvarda, Ülkü takvimi ve radyodan başka bir şey de yoktu zaten. Haberlerde Milli Güvenlik Kurulu’nun milyon kere çıkardığı bildirilerden biri okunuyordu yine. Radyodaki bildiriyle birlikte dükkandaki sessizliği, ağız dolusu bir küfür bozdu aniden. Kamyonuyla gittiği İran seferinden aylar sonra dönen Deli Hasan’dı küfürün sahibi. Yeğeni tıraşa getirmiş, keraat vaktinin gelmesini bekliyordu sabırsızca. Radyoda adları okunan paşalara tek tek geçit töreni edasında bir güzel sövdü, Berberin çekinmelerine aldırmadan.
Aslında askeri harekat başlangıçta herkes gibi onun da hoşuna gitmişti. Anarşi bitmişti işte. Ancak, ilk günlerdeki memnuniyet yerini, zamanla kaygıya bırakmaya başlamıştı. Kulüp’e giden gençler tutuklanmıştı çünki, tek tek. Hele Belediye’nin taş ocağının dinamit lokumlarını kasasında saklayan Başkan Keseroğlu’nun “kasasında anarşitler için bomba saklıyor” diye tutuklanması, olup bitenlerin üstüne tüy dikmişti.
Deli Hasan, gidişattan hiç memnun değildi. Eleştirmekten pek anlamadığı için direkt küfür ederek rahatlıyordu. Zaten özeleştiri yapmaktan da anlamaz, yanlış bir şey yaptığında durmadan kendine de küfrederdi. Kulüp gençleri Çorum Hapishanesi’ne gönderildiği günden bu yana Tekkeşin köylülerinden daha yaratıcı ve usturuplu küfürler geliştirmişti. “Paşa” kelamı duyar duymaz basıyordu küfürü. Durum öyle bir hal almıştı ki, kahveciler Deli’nin içeride olduğu zamanlarda kahvehanede asker lafı edilmesini yasaklamışlardı. Bir gün Deli Hasan’ın küfürleri yüzünden dükkanın kapatılmasından korkuyorlardı. O geldiğinde duvarda asılı Kenan Paşa tablosunu saklıyorlardı. Kimi zaman onun hassasiyetini bilen Gılli Ekrem, oturduğu oyun masasından, uzak masada aznif oynayan Kamyoncu Mitat’a “la Mitat sen askerliği nerede yaptıydın?” diye seslenince, Hasan “senin de askerliğinin de…” diye başlıyor, kahveci Hamdi, hem Kılli Ekrem’in hem de Deli Hasan’ın masasına bedava çay getirerek meselenin uzayıp gitmesini zar zor engelleyebiliyordu.
Dört ay önce İran’a yük götürmüştü Deli. Bir ay içinde dönmesi gerekirken aylar geçip dönmeyince, Kasabada “Deli Hasan savaşta öldü” dedikodusu çıkmıştı. O yıllarda İran-Irak savaşı haber bültenlerinin ilk sırasında uzun tefrikalar halinde anlatılırdı. Telefon ya da mektup olanakları da pek olmadığından, ailesi bile Deli Hasan’ın öldüğüne inanmaya başladığı günlerin bir akşamüstü çıkageldi Deli Hasan. İran’da işler yolunda gitmemiş, sınırda binlerce kamyoncu ile birlikte onu da alıkoymuşlardı.
Deli’nin en büyük zaafı garibanlardı. Çaresizliğe hiç tahammül edemezdi. Bir gariban şiddete uğradığında dayanamaz, dayak yeme pahasına kafa göz girerdi kavgaya. Aylarca kamyon sırtında o fabrika senin bu vilayet benim gezen Deli, zar zor kazandığı üç beş kuruşu garibanlıktan okulunu terk eden bir öğrenciyle paylaşıverirdi. Parada pulda gözü yoktu. “Herkesi her şeyi dağnadım, kınadım başıma geldi de bu zenginleri o kadar kınadım yine de başıma zenginlik gelmedi” deyip dalgasını geçerdi. Kalbinin derinliklerinde taşıdığı gençlik acıları kadar nüktedandı da: Bir gün parkta otururken “boyalayam mı abıca?” diye yaklaşan delikanlıya “ayakkabılar emanet abıcanın” demiş, boyacı çocuk olayı anlayana kadar mevzu çarşıda konuşulmaya başlanmıştı bile.
Biraz sonra akşam ezanı okuyan Müezzin Zeki Hafız’ın yanık sesiyle birlikte berber dükkanına saçları kırlaşmış, üzerindeki ceketi kırk yamalıklı bir ihtiyar girdi. Kasketini çıkartıp, düğmesiz ceketinin önünde sarkıttı. “Selamünaleyküm” deyip, kumpir çuvalı gibi boş bir koltuğa yığıldı. Adamın suratının rengi sürekli değişiyor, serin kasım akşamında durmadan terliyordu. Bir derdi olduğu belliydi. Jip şoförlüğü yıllarından bu yana bu Tepeköylüyü iyi tanıyan Deli Hasan, “la nooldu Şafkı Dayı?” diye sordu ihtiyatlıca huzursuz ihtiyara. Şefki Dayı, yarı utanarak, yarı kaygılı isteksizce ama umut bekleyerek anlatmaya başladı. “Sorma Hasan Efendi, Kös Dağında bi halt yedük, Gargu Yaylası’na ağzımızı yıkamıya gediyoz.”
(SÜRECEK)