Dedelerimizin ve Ninelerimizin Arkadaşları

Abone Ol

“Kostaları Göndermese miydik?” adlı yazıma onlarca ileti gelmiş.

Gelen iletilerinden anladığım kadarıyla anılan yazımla vermek istediğim iletiyi doğru yorumlayanlar kadar yanlış yorumlayanlar da olmuş.

Mübadele Olayı yorumlara açık, açık olduğu kadar da hassas ve çok boyutlu bir konu.

Yusuf Bidav, “Mübadele” adlı yazısında, zorunlu göç yıllarını şöyle anlatıyor.

“1912’de Balkan Savaşı ile başlayan göç dalgası, binlerce Müslüman’ı Anadolu’ya savurmuştu. Ardından 1. Dünya Savaşı patlak verdi. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında, bu göç dalgası daha da büyüdü.

Yüzyılın ilk çeyreği biterken (1924) Ege Denizi’nin iki yanında oturan yüz binlerce insan, karşılıklı olarak yurt değiştirdi.

Vapurlar, trenler mi yol alıyor yoksa evler mi; bilemediler.

1924’de Lozan’da imzalanan “Nüfus Mübadelesi (değişimi) Sözleşmesi” ile büyük bir nüfus değişimi yaşandı. Selanik’ten Kavala’dan Girit’ten, Kesriye’den, Kozana’dan yaklaşık 400 bin Müslüman geldi. Anadolu’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ortadoks Rum, Yunanistan’a göç etti.

Orada yeni yurtlarını, yeni evlerini kurmaları kolay olmadı.

Yıllarca çadırlarda ve barakalarda, büyük acı ve kayıplarla yaşadılar. Yolda ve yeni yurtlarında, pek çoğu hastalandı ve öldü. Herkes doğduğu evi, diktiği ağacı ve komşularını özledi…”

* * *

Yaşar Kemal de, dört kitaptan oluşan “Bir Ada Hikâyesi” adlı yapıtlarında aynı konuları, aynı acıları vurgular.

“Doğruluğu tartışılır bir mantıkla; yerlerinden, yurtlarından edilen bu insanların; yeni topraklarında, nasıl mutsuz ve huzursuz olduklarını, yeni komşuları tarafından nasıl rahatsız edildiklerini; nasıl bir mantıkla kabullenilmediklerini, bu insanların yaşadıkları acıları; bu insanların ölümü göze alma pahasına, doğduğu topraklara bu kez kaçak olarak tekrar nasıl dönmeye çalıştıklarını…” anlatır.

* * *

Benzeri duyguları, o yıllarda Alanya’dan göç etmek durumunda bırakılan Alanyalı Rumların ağzından da defalarca bizzat dinledim.

Babası Alanyalı olup, Yunanistan’da (İonya’da) doğan Kosta Çobanakis; “Anneannesi hayatta olduğu sürece evlerinde hep Türkçe konuşulduğunu, anneannesinin Yunancayı inatla öğrenmek istemediğini, tek bir kelime Yunanca konuşmadan da öldüğünü…” anlatırdı.

Yine o Alanyalı Rumlardan Yorgo Öksüzoğlu’nun, bir yemekte, son derece duygusal bir konuşma yaptığını, o konuşmada (yanılmıyorsam) babaannesi Yersimani Öksüzoğlu’nun; “Çocuklarınıza ve torunlarınıza mutlaka ama mutlaka Türkçe öğretin, Alanya’yla ve Türkiye’yle bağlarınızı koparmayın, çünkü orası bizim vatanımız, Türkler de bizim kardeşlerimizdir…” şeklindeki vasiyetini, gözyaşları içerisinde anlattığını, anımsarım.

* * *

Şunu bilelim ve kabul edelim.

Bu tür konularda, ne denli bilgi sahibi olursak olalım; yüreğimiz ne denli insan sevgisiyle dolu olursa olsun; o acıları bizzat yaşayan insanların duygularını, yeterince anlamıyor, anlayamıyoruz.

Çünkü işin özüne inemiyoruz.

Çünkü işin, duygu boyutunun ayırdına varamıyoruz.

Çünkü aldığımız kültür, çünkü yetiştirilme biçimimiz, “yansız” olmamızı engelliyor. Olayları yerli yerine oturtup, doğru ve sağlıklı düşünemiyoruz.

Doğrudur, 2023 yılının koşullarında, 1923’leri, 1924’leri, 37’leri, 38’leri değerlendirip, yargılayamayız.

Doğrudur, 2023 yılının koşullarında ve mantığında, o yılların yöneticilerini ve insanlarını karalayamayız.

Ama bir şeyi yapabiliriz.

“Acınız, acımızdır” diyebiliriz.

Geçmişte, o veya bu nedenle yaşanan acılara (yeni acılara sebebiyet vermeden, kabuk bağlayan o yaraları tekrar kanatmadan) ortak olabiliriz.

* * *

İşte Alanya…

Alanya, bu coğrafyada, belki de bir ilki gerçekleştirdi.

Alanya’dan göç etmek durumunda bırakılan Rumlarla ilişki kurdu. Onlara, “acılarınız, acımızdır” dedi.

Yıllar sonra Alanya’dan göç etmek durumunda bırakılan Alanyalı Rumları, Alanya’ya davet etti; Alanyalılar onları, onlar, Alanyalıları bağrına bastı.

1924 öncesinde olduğu gibi; (arada koca bir deniz var demeden) onlar, Alanyalıların; Alanyalılar onların düğünlerine gidip gelmeye başladı. Yıllar sonra tekrar, acılı ve kutsal günlerinde birbirlerini arar ve anar oldular.

Bir anda her şey eskiye döndü.

* * *

Leon-Despina Çizmecioğlu çifti, son birlikteliğimizde bana, “Hepimiz Allah’ın adamıyız” demişti…

Yüreği insan sevgisiyle dolu bir insanın ağzına, ne denli çok yakışan bir cümle değil mi?

Hepimiz Allah’ın adamıyız…

Ama… ama öyle olmuyor işte; öyle oldurmuyorlar…

* * *

Emperyalist güçler, asırlardır bu coğrafyanın insanlarıyla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.

Buna izin vermemeliyiz.