Bolu’nun Mudurnu İlçesinden geldim Alanya’ya…
Mudurnu o tarihlerde beş bin nüfuslu küçük bir ilçe.
Kızım, orada başladı ilkokula.
O ilkokula başladı, ben de emrivakiyle Okul Aile Birliği Başkanlığına!
Mudurnu, tarımsal potansiyeli çok yüksek bir İlçe, köy sayısı çok, gece yarılarına kadar köy tarama çalışmaları yapıyorum.
O tempoya karşın, ilk kez “öğrenci velisi” olmanın verdiği heyecanla; okulun sorunlarına da yoğunlaşmaya çaba sarf ediyorum.
Zaman zaman velilerle, zaman zaman öğretmenlerimizle bir araya geliyor; okulumuzun fiziki sorunlarıyla ilgili olarak neler yapabilirizin yanında, öğrencilerimizin sorunlarını da tartışıyoruz.
* * *
O birleşik Okul Aile Birliği Toplantısı’ndaki konuşmalarımın birinde; şimdilerde sanal ortamlarda hit olan “ÇOCUKLARINIZI İYİ YETİŞTİRİN” düşünceler silsilesine benzer bir silsileyi dillendirmiştim.
Demiştim ki,
“Sevgili öğretmen arkadaşlarım. Müfredatınız uygundur ya da değildir, onu bilemem; müfredatınız uygun değilse eğer, şimdi değineceğim konulara nasıl zaman ve zemin yaratırsınız onu da bilmem.
Ama veliler olarak sizlerden en önemli beklentimiz; çocuklarımıza bilimsel bilgiler yüklemeden önce; “adamlık” yükleyin.
Tüm çocuklarımızın, yurtsever, insan sever, doğasever olarak yetişmelerini sağlayın.
Çocuklarımıza esenleşmeyi, hatır sormayı, sorulan sorulara düzgün yanıtlar vermeyi öğretin.
Çocuklarımız, daha bu yaşlardayken, karşısındaki büyüğüyle “efendim” diyerek konuşma alışkanlığını kazansın. Rica etmesini öğrensin.
Çocuklarımızı, lütfen ve lütfen dürüst insanlar olarak yetiştirin.
Yalan söylemesinler, daha doğrusu söyleyemesinler…
Kendi kendilerine yetmeyi öğrensinler.
Sorumluluk alsınlar.
Sorumluluğun pratiğini yaptırın onlara… Alanlar belirleyin, o alanlardan onlar sorumlu olsunlar. O alan(lar)da çevre temizliği yapsınlar.
Sadece kendi üzerine düşeni yapıp kenara çekilmemesi gerektiğini anlatın onlara; her zaman, her yerde, her şeyden sorumlu olduklarını öğretin.
Atatürk’ü anlatın onlara.
Yurt sevgisini anlatın…
Haaa… Bu arada bize de görev verin; biz veliler de sizlere yardımcı olalım.
Verdiğiniz bu eğitimlerin denetimini ve pekiştirmesini; biz veliler de evlerimizde yaparak, sizlere yardımcı olalım…”
* * *
Coştum ya bir kere!
Anlattıkça anlatıyorum…
İstedikçe istiyor; verdikçe veriyorum.
Siz şunları şunları yapın, biz bunları bunları yapalım…
… …
Ama bütün bunları anlatırken de; yan gözle velilerimizi ve öğretmenlerimizi izlemeye çalışıyorum.
Veliler arasında; ilgiyle dinleyenlerin yanında, “bitir artık şu konuşmayı da gidelim” ruh haliyle dinleyenler, uykusu gelip esneyenler var.
Öğretmenlerimiz de yüzlerine yerleştirdikleri, “hoş konuşuyorsun ama boş konuşuyorsun” ifadesiyle beni dinliyorlar.
Derken, bir öğretmenimiz, “Özür dilerim, sözünüzü kesiyorum ama söyleyeceklerim var” diye söz aldı.
Bugün gibi aklımdadır söyledikleri.
“ Sayın Başkan, Sayın Veli… Dediklerinizin hiçbirini yapamayız. Çünkü Hazreti(!) Müfredatımız buna izin vermez. Ders verme alanımız, santim santim, milim milim belirlenip, bizlere tebliğ edilmiştir. Bu tebliğin dışına çıkamayız…” dedi ve güldü.
Rahatsız oldum.
Bir süre susup, bekledim, sakinleşince de dedim ki,
“Beyler, sizler öğretmensiniz. Benim Söke Kocagözoğlu İlk Okulundaki MUSA YETKİN Öğretmenim de öğretmendi.
Büyük bir olasılıkla, sözünü ettiğiniz bu “hazreti müfredat”, bizim öğrencilik dönemimizde de vardı.
Yetkin Öğretmenimiz, dikkatimizin dağıldığını hissettiği an, hemen bir öykücük sıkıştırırdı araya. Tabir caizse delerdi o müfredatı.
Örneğin, derdi ki;
“Çocuklar, bir gün İsveç’teyim. Geziyorum. Hemen önümde de İsveçli çocuklar top oynuyor. Derken, çocukların topları çiçekli alana kaçtı. Bana dediler ki, ‘Amca amca… topumuzu alır mısın?’ Ben de hemen çimlerin/çiçeklerin üzerine, lap lap lap lap… basa basa gittim topu aldım, çocuklara uzattım.
Çocuklar iğrenç bir yaratık görmüş gibi donmuş kalmış bir vaziyette bana bakıyorlar. ‘Alsanıza topunuzu çocuklar’ dedim, şaşkın şaşkın.
Almadılar.
Bu arada bana ne deseler beğenirsiniz; ‘Amca o çimlere bastıktan, o çiçekleri ezdikten sonra biz de alırdık topumuzu…’
Yerin dibine geçtim.
Rezil oldum.
Neyse…. nerede kalmıştık?” der; sonra tekrar derse başlardı.
* * *
Ben Musa Yetkin Öğretmenin, o günün koşullarında değil İsveç’e, İstanbul’a bile gitmediğine, gidemediğine eminim.
Ama ders anında dağılan dikkatleri toplamak için, böyle bir yöntem kullanır, öyle tatlı, öyle güzel, öyle şoklayıcı öykücükler anlatırdı ki, hepimiz çok etkilenirdik.
Örneğin, benim çevreciliğim o gün başlamış, bugünlere kadar kesintisiz sürmüştür.
Şunu demek istiyorum Sevgili Öğretmen arkadaşlarım,
Siz isterseniz, o müfredatları kısa bir süreliğine de olsa askıya alır, bu sürede çocuklarımızı yönlendirip, eğitebilir; adam gibi adamlar olarak yetişmesini sağlayabilirsiniz.
Ama buna, önce kendinizin inanması gerekir.