Çocuğun eğitiminde üç çember vardır. Birincisi aile… İkincisi çevre, bir diğer deyişle yaşadığı mahalle ve kent… Üçüncüsü ise okul ve öğretmenler…
Uzmanlar insanın eğitim olgusunu incelediklerinde % 85’inin görerek, %15’inin ise okul etkeni olduğunu belirlemişler. Yukarıda söylediğimiz üç çemberin ilk ikisinin aile ve çevre olduğunun bir kez daha altını çizmek, önem değerini vurgulamak istiyorum. Bu iki etken bizim görmekten türetilmiş o güzel kavramın yani “görgü”nün temeli, varoluş şartıdır.
65. dünya yılımı yürümeye çalışırken dönüp geriye bakıyorum. Aile çevremin benim kişiliğimin oluşumunda ve sanatla, edebiyatla köprüler kurmada ne denli belirleyici olduğunu görüyorum. Bu süreci “İki Çocuğun Okuma Keyfi” adlı yazımda anlatmıştım. Okurlarım bu yazının iki bölüm olduğunu ilk bölümde Gazanfer’in okuma yolculuğunu anlatırken ikinci bölümde sevgili oğlumun okuma sürecinin dile getirildiğini hatırlayacaklardır.
Eğitim olgusunun üçüncü çemberinin okul ve öğretmen olduğunu belirtmiştim. İşte bu bağlamda ilkokul öğretmenim Naciye Yavuzer’in önem ve değerini vurgulamam gerekir. Dördüncü sınıfa geçtiğimiz yaz başında bize dördüncü sınıfın ders kitaplarının listesini vererek okumamızı istemişti. Bu istek benim okuma yolculuğunu hızlandıran tetikleme olmuştur. Bu isteği aile çevremin, özellikle evde bir kitaplık olmasının ve babamın yaptığı okuma önermelerinin kanatlandırdığını görüyorum.
İşte bu noktada Davutpaşa Ortaokulu’nda resim öğretmenimin sanat yolculuğunda ne denli etkileyici olduğunu anlatmam gerekir. Bu anımı “Sanatın Önem ve Değeri” adlı yazımda da anlattığımı yazılarımın takipçileri hatırlayacaklardır. Bu tekrarı onların hoşgörüsüne sığınarak yapıyorum.
1964-65 öğretim yılı… Davutpaşa Ortaokulu ikinci sınıf öğrencisiyim. El yazım hiç güzel olmadı. Resim yeteneği hiç yakınımdan geçmemiş.
Resim öğretmenimiz Süheyla Hanım, on üzerinden beş veriyor çizdiklerime…
İkinci yarıyılda “Bir resim sergisi gezip de imzalı kâğıt getirene ödevden on (10) vereceğim” dedi bir gün.
Evet, bir sergi gezip on alacak ve not ortalamamı yükseltecektim.
Beyoğlu’nda Devlet Güzel Sanatlar Galerisi olduğunu duymuştum. Pazar günü öğlen yola çıktım. Kendi mahallesi ve okulu dışında bir yere yalnız başıma gidecektim ilk kez. Hem de otobüse binip Beyoğlu’na…
Otobüsten Galatasaray Lisesi’nde inip galeriyi sordum. İstiklal Caddesi’nde Taksim’e giderken sol kolda bir binanın ikinci katındaydı Galeri.
Galeri’ye ürkerek girdim. İçerisi loştu. “Kimse yok mu?” diye sorunca bir görevli karşıladı beni.
Sergiyi gezeceğimi, öğretmenimin ödev verdiği söyledim. Işıkları yaktı. Sergiyi gezdim kendimce. Görevli masaya bile oturmamıştı. “Hadi bittiyse ışıkları kapatacağım…” dedi. Nerden çıktı bu çocuk diye düşündüğü kesindi.
Öğretmenin yazılı kâğıt istediğini söyledim. Küçük bir not kâğıdına Galeri’nin kaşesini basıp üzerini imzaladı. O kaşeli, imzalı kâğıt bana ödevden 10 numara almamı sağladı. Sınıfta benden başka sergi gezen de olmamış. Ama asıl kazancım duyduğun her sergiyi gezmenin ışığını tuttu ömrüme.
Evet, resim yapamam sözcüklerle resim yapan, şiir çizen biriyim. “Peyzaj şiirler mi yazıyorum?” diye soruyorum kendime…
Anıların ışığında sonsuzluğa göçen öğretmenlerimi sevgi, saygı ve rahmetle anarken tüm öğretmenlerimi selamlıyorum.
Mavisel Yener’in şu sözüyle koyalım noktayı…
“Çocuklar, dile getirebildiklerinin daha fazlasını duyumsayan bilgelerdir.”