Çocukluk yıllarımda zerzavatçısı, yorgancısı, macuncusu, sünnetçisi, yoğurtçusu, kalaycısı, bohçacısı, dondurmacısı, sütçüsü ile seslenip şenlenen ve dillenen sokaklarımız vardı.
Bugünkü gibi içerisine hapsolduğumuz yüksek binalar, plazalar, gros marketler, AVM'lerin olmadığı yıllardı. Kasaplık ürünler hariç neredeyse her şey kapımıza kadar gelirdi, sokaklarımızdan geçerdi. Teknoloji ilerledikçe, sanayi geliştikçe, tarz ve kurallar değiştikçe ihtiyaçlar da bunlardan etkilenip yön ve şekil değiştirdi. Bu işleri kendine meslek edinen satıcıların bir kısmı modern hayatın dayatması neticesinde işlerini yapamaz hale geldi, bir kısmı yarıştan, ticaretten koptu. Kendilerini dönemin şartlarına göre yenileyebilenler ise ayakta kalmayı başarabildi.
uzak bir yerden su taşınacağı zaman, uzunca bir sopanın ucuna iki kova takılır; sopa, boynun arka kısmı ile omuzlara yük verilerek kovalarca su taşınırdı. Bu sopaya “Çiğindirik” denilirdi. Hafızanızı tazelemek için örnekleyecek olursak hani şu mahalle aralarında, sokak satıcılarının yoğurt satarken kullandıkları uzun sopa.
Maziyi böylesine anınca okuduğum bir hikâye geldi aklıma. Çatlak kovanın hikâyesini bilir misiniz? Hikâyemiz bir kova ve sucu arasında geçiyor.
Hindistan’da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken çatlak kova, içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebiliyormuş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken zavallı çatlak kova, görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün çatlak kova, ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş:
- “Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum.
- Neden, diye sormuş sucu. Niye utanç duyuyorsun? Kova cevap vermiş:
- Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun.
Sucu şöyle demiş:
- Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum.
Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu, kovaya sormuş:
- Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi? Bunun sebebi, senin çatlak oluşundan yararlanmamdır.
Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsledim. Sen böyle olmasaydın o, evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı.” demiş.
Gel gelelim çıkartacağımız sonuca; “Seveceksen öylece sev. Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur. Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir. Her ikisi de seni mutsuz eder. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun… Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler.” diyor Mevlana. Hayatta hiç kimse kusursuz değildir ve hiçbir şeyi sebepsiz yaratmamıştır yüce yaratıcı.
Yaşamda, eksikliklerinizden utanmak yerine, onları nasıl bir avantaja dönüştürebileceğinizi hikâyemizdeki gibi bulmaya çalışın. Gücünüze inanın ve o gücü kendinizde bulun. Belki siz de gerçek güzelliklere sahip olabilirsiniz.
Kısacası ne için varsanız, onun için yaşayın…
En güzel günler sizlerin olsun.