BİTMEYEN BİR DOSTLUK-6

Abone Ol

*
Eğitmen Ali Ağabey, iki eşeğe Öztürk’ün eşyalarını sardırıp Ferhatlı’ya uğurlarken “Ee Öztürk Bey, artık iki yıl Ferhatlılısın. Biliyorsun bizim köy durak yeri. Çorum’a gidip gelirken beklerim. Kapımız daima açıktır sizlere...” diye, gönüllerini aldı Öztürk Ailesi’nin.
Öztürk’ün hanımı Rezzan, kaynanası, kaynı küçük Ali Ferhatlı’ya doğru yaya olarak giderlerken, Öztürk’ün önceden anlattıklarına innamaya başladılar. Yol, köy, okul ve herşey Öztürk”ün anlattığı gibiydi çünkü...
Ferhatlı halkı yeni öğretmenleri Öztürk Ergen’e ‘hoş geldine’ gelirken, herkesin elinde, çamdan oyularak yapılmış, “tıkır” dedikleri su kaplrı ile su getirişlerine Öztürkler önce şaşırdılar. Sonra köylülerin bu anlayışlarına hayran kaldılar. Çünkü ileriki günlerde içme sularını, benim gösterdiğim çeşmeden getirtmek zorunda kalmışlardı.
Benim anlattıklarım Öztürk’e ışık tutmuştu. Çabuk alıştılar köye. Çabuk yaklaştılar köylülere. “Ailece görüşebilirsin” diye verdiğim isimleri bir bir bulmuşlardı. Bir aile gibi olmuşlardı onlarla.
Şevket Dede en yakın komşularıydı ve okula en çok ilgi duyan kişiydi. İlk önce Şevket Dede “Buyur” etti Öztürkleri.
Şevket Dede’nin ahır ve samanlığından başka, büyücek bir ambarı vardı. Ayrıca bir de yatıp kalktıkları büyücek odası...
Kalın tahtadan yapılmış ambarın üzeri çatılıydı. Sanırsınız bir ev. Ambarın içi oda oda bölmeli, içerisinde gezilecek şekilde yapılmıştı. Burasını erzak deposu olarak kullanıyorlardı. Etrafına balkon gibi, korkuluksuz yerler yapmışlardı. Özellikle yaz aylarında burada oturulur, burada yemek yenir, hatta burada yatılırdı. Buraya “ambar kolu” derlerdi.
Kışın yatıp kalktıkları büyük oda “pur” dedikleri kireç taşından örülerek yapılmış, üzerinde çatı yoktu. Üzeri kil karışımı “kis” dedikleri morumsu bir toprak serilir, üzerinden “loğ” taşı geçittirilerek pekiştirilirdi. Su geçirmezdi bu kis ve kil topraklar. Çok büyük olan bu odayı, ilk defa görünce hangar zannederdiniz. Kapıdan girince ilk gözünüze çarpan, içine o yılın mahsulü konmuş, “harar” dedikleri renkli yünden dokunmuş büyük çuvallar olurdu. Bu çuvalların üzerine kat kat yün yatak ve yorgan yığılırdı. Geceleri serilen yataklar, sabahın ilk ışıkları ile tekrar kaldırılır, katlanır ve çuvalların üzerine tekrar yığılırdı. Odanın sağ dip köşesinde, geniş bir çukurda yanan odunlar odayı ısıtırdı. Dumanının çıktığı, damda, büyücek bir bacası vardı bu ocağın. Ocağın etrafına hasırlar serilir, üzerine kalın yün minderler, aile halkı ile birlikte, misafirler bu ocak başında ağırlanırdı. Uzun kış gecelerinin keyfi, çatırdaya çatırdaya yanan odunların etrafında sohbet bir başka zevkti. Yaz aylarında ambar kolu, kış aylarında ocak başı...
Ferhatlı köylüleri de çabuk ısınıp kaynaştılar bu alçak gönüllü İzmirli aileye. Bağırlarına bastılar kardeşçesine...
Öztürk’ün esas mesleği eğitimcilik değildi. Buna karşın, meslektaşlarının önerileri ile, elinden geldiğince, öğrencilerine hayatı öğretmeye çalıştı. Sömestri tatiline gidince, okuluna, İzmir’den çeşitli ders araç ve gereçleri getirip, öğrencilerine daha faydalı olmaya uğraş verdi. Yılların tecrübeli öğretmeni çabasını sergiledi. Tozluburun Köyü’ndeki Mehmet Topuz’la ilişiğini kesmemiş, tereddüt ettiği konuları O’na sorarak uygulamaya çalıştı.
Aybaşlarında şehire gittikçe, mutlaka buluşurduk. Öztürk’le. Yine buluştuğumuz bir gün, bulunduğum köy Yukarı Saraylı’ya davet ettim. Kararlaştırılan Cumartesi günü, Öztürk Ergen ve Mehmet Topuz eşleri ile birlikte geldiler. Tesadüf olacak, o gece, bizden yaşlı, eniştem öğretmen Fazlı Demiral da vardı. Fazlı Demiral çok şakacı, “mugallit” dedikleri muzip, konuşkan birisidir. Hanımlar bizim evde yattılar. Biz erkekler de komşumuz Meleğin Mustafa’nın köy odasında, geç saatlere kadar sohbetten sonra yattık. Fazlı Demiral çok erken kalkmış. Fazlı Demiral ile birlikte oda sahibi Meleğin Mustafa da kalkmış. Bizler hala rüyadayız. Fazlı Demiral Öztürk’ün yorganını kaldırarak uyandırmış. Öztürk’e de “Öztürk Bey, Öztürk Bey, oda sahibi Mustafa seni uyandıracaktı; ben engel oldum. İyi etmemiş miyim?” diye şaka yapmış, Öztürk bu anıyı hiç unutmuyordu. Her İzmir’e gittiğimizde bu anısını anlatır, “Şakacı enişteye selamımı söyle” diye selam gönderirdi.
Öztürk şehre geldikçe Molla Baba’dan aldı sebzelerini. Mutfak ihtiyaçlarını benim alışveriş yaptığım Bakkal Seydi’den aldı. Çamaşır ihtiyaçlarını yine benim aldığım manifaturacı Ali Riza Kapısız’dan beğendi. Benim tıraş olduğum Yırtık Mehmet ismiyle maruf Berber Mehmet Canım’a kestirdi saçlarını. Kışın O da giydi çizmelerini o çamurlu yollardı. Hem de saygıdeğer eşi Rezzan’la birlikte. Onlar da Hacıbey’de çıkararak gittiler şehre. Gerçekten de çok başarılı bir öğretmen, bir eğitimci oldu. Kalsaydı meslekte, yaşam boyu devletten maaş alıp, geçinmeye çalışacaktı benim gibi. Ne var ki O, ticareti tercih etmişti, genç yaşta başladığı yıllar gibi...
Askerlik dönemi bittiğinde yazın tozu, kışın çamurlu yollarda boğuşma da bitti. Ferhatlı’ya yeni geldiğinde ağlayarak getirdi ailesini. Şimdi askerlik dönüşünde de, yine ağlıyordu köy halkı ile birlikte.
“Ağlıyarak geldim; şimdi de ağlıyarak gidiyorum. Sizleri yaşamım boyunca unutmayacağım. Fırsat bulursam öğretmen olarak değil, ziyaretinize gelecğim. Sizleri de İzmir’e bekliyorum...” derken, O, köyden değil, Çorum’dan uğurlandı İzmir yolculuğuna, köy halkı ve bizler tarafından...
(SÜRECEK)