Henüz 12 yaşındaydım. Ortaokul birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmiştim. Yaz tatili başlamıştı.
Ortaokulu bir başka kentte akrabalarımın yanında okuyordum. Şubat ve yaz tatillerinde ancak köyüme gidip, annemi, babamı, kardeşimi, akraba ve dostlarımı görebiliyordum. Zor şartlar altında çok az bir gelirle ailesinin geçimini sürdürmekte olan babam, aynı zamanda bir hastalığın pençesine düşmüştü. Doktora gitmek ve verdiği ilaçları alabilmek adeta bir mucize gibiydi. Hele hele muayene parası ödeyerek kontrole gitmek ise imkânsızdı. Verilen ilaçlar bitinceye kadar kullanılırdı. Tekrar doktora gitmek, ilaç tazelemek ise mümkün değildi. Gelir yoktu çünkü.
Ailenin tek geçim kaynağı çiftçilikti. Çiftçilik de öyle traktörlerle filan yapılmazdı köyümüzde. Traktör bile yoktu kasabamızda o zamanlar. Biçer döver ise o mıntıkada görülmüş bir şey değildi. Tarlalar öküz veya atlarla karasabanla sürülür, buğdaylar tırpan denilen aletle biçilir, saplar da buğdayından düven denilen alt tarafı çakmaktaşı denilen sert taşlarla döşenmiş öküz veya atların çektiği bir aletle ezilerek çıkarılırdı.
Her ailenin yük taşımada kullandığı bir de eşeği olurdu. Eşek her ailenin hem bisikleti, hem otomobili, hem traktörü, hem de kamyonetiydi. Evin bütün yükünü adeta eşekler çekerdi. Eşeklerin bir faydası daha vardı ki; o da yaz aylarında kışlık odun yakacağını dağdan getirmek. Eşeklerle dağdan indirilecek odunlar için ise evin çocukları görevlendirilirdi.
İşte 12 yaşında köyümüzde geçireceğim yaz tatilinde bana düşen görev belliydi. Biraz yaşlanmış olan emektar eşeğimizle dağdan kışlık odunu ben getirecektim. Bunun için gerekli hazırlıklar yapıldı. Komşularımızdan iki arkadaş ile birlikte kışlık odunu getirmek için planlarımızı yaptık. Odun getireceğimiz ormanlık bölge iç içe sıra sıra dağlardan oluşuyordu. Kasabamız dağlarla çevrili ovanın tam ortasında bulunuyordu. Yürüyerek ya da eşek sırtında üç saat sürüyordu orman.
Eşeklerin üzerine odunları yükleyip geri dönüş başladığında iki saatte geliniyordu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi dönüşte hep iniş aşağı yol alınıyordu. Yokuş yoktu. İkincisi ise sırtındaki odun yükünden bir an önce kurtulmak isteyen eşekler adeta koşar adımlarla kasabaya doğru yol alırlardı. Biz arkalarından zor yetişirdik.
Odunları kesip yaptığımız dağdaki ormanlık bölgedeki ağaçların çoğu sarıçam ve karaçam idi. Sarıçamlar çok düzgün bir yapıda idi. Adeta kavak gibi gökyüzüne doğru uzanıyorlardı. Yandan çıkan kalın dalları olmadığı için gövdeleri düzgündü. Ancak karaçamlar eğri büğrü, kalın kalın dalları yanlara sarkan şekilsiz ve düzgün olmayan ağaçlardı. Karaçamdan odun yapmak budakları yüzünden hem kolay değildi, hem de güzel görünümlü olmuyordu. Bu nedenle zorunlu olmadıkça odunlarımızı sarıçamlardan seçerdik.
Ben dört beş sene yaz tatillerinde dağdan odun getirdim. Hiç bir zaman ayakta duran canlı ağaç kesip devirmedim. Ormandaki ağaçlar çok sıklıkta oldukları için kışın kar yağdığında karlar yerlere düşemez çamların dallarında askıda kalırmış, biz bu şekilde görmedik. Çünkü karlı mevsimlerde oralara ulaşmak mümkün değildi. Askıda dalların üstüne yığılan karların ağırlığı ile bir çok ağaç üstüste devrilirdi. Biz de odunluk olarak bu devrik ağaçları tercih ederdik. Büyüklerimiz de hep bunu tembih ederlerdi. "Yaş Kesen Baş Keser" atasözü hep bize hatırlatılırdı.
Her sabah güneşin doğmasına iki saat kala azıklarımızı (yiyecek ekmek vs) hazırlar eşeklerin yem torbalarını doldurur, ormanın yolunu tutardık. Yaklaşık iki saatlik bir süre sonunda kendimizi göklere uzanan muhteşem ormanlık bölgesinde bulurduk. Esas odunlarımızı yapacağımız ormanlık bölgedeki yere bir saat kadar yolculuktan sonra ancak ulaşırdık. Ormanlık bölgede dağlar sıra sıra uzanırdı. En büyük zevkimiz ise ormanlık bölgeye girdikten sonra arkadaşlarımızla sıra ile eşeklerin üzerinde söylediğimiz türkülerdi. Ormanlık ve dağlık bölgeye girmeden hiç birimiz türkü söylemezdik. Çünkü dağlık bölgede sesin yankılanması sesimizi daha bir güzel hale getiriyordu.