1961 yılı aralık ayının ilk haftası. Öğretmenliğimin ilk yılı ve köydeki öğretmenliğimin de ikinci ayı. Köy içinde bir oda kiralamış orada kalıyorum. Henüz 18’imde olduğum için köylü adımı “Tıfıl Muallim” koymuş.
Arada sırada akşamları, köyün gençlerinden ikişer üçer uğrayanlar oluyor yanıma. Haydar Şenol öncüleri. Konuşuyor söyleşiyoruz. İçlerinde askerden yeni gelmiş olanlar olduğu gibi, askere yeni gidecekler de var. Haydar da bunlardan biri.
Köyün bakkalından bisküvi, lokum, çerez (kuru yemiş) alıp getiriyorlar. Ben de çay demliyorum onlara. Çay eşliğinde yiyoruz getirdiklerini. Söyleşi koyulaşıyor. Bir iki derken ben de sigaraya başlamıştım zaten. O nedenle evde sigara bulunduruyorum artık. Hem de sigaranın birincisi sayılan “birinci” sigarasından. Gençlerin hepsi de bekâr ve efkârlılar. Ucuz diye kimi Üçüncü, kimisi de İkinci sigarası içiyorlar. Daha az öksürtür diye kendi içtiğim Birinci sigarasından sunuyorum onlara. Reddetmiyorlar.
O yıllarda tekel ürünü olan yaygın sigaralar en ucuzundan en pahalısına doğru fiyatlarıyla birlikte şöyleydi: “Üçüncü 35”, “İkinci 50”, “Birinci 70”, “Bafra 90 kuruş”. 100 kuruşun üzerinde olanlarsa; “Yeniharman”, “Gelincik”, “Bahar” bir de “Yaka” sigarasıydı anımsadığım.
O yıllarda köydeki vatandaş, halk arasında süzgeçli olarak nitelendirilen filtreli sigaraları görmemiş daha. Filtreli olarak bir Samsun sigarası çıkmış, bir de mentollü olarak nitelenen “Çamlıca” sigarası var... Bunlar da her yerde bulunmuyor. Bulunsa bile vatandaş yanına yaklaşamıyor. Çünkü onlara göre çok pahalı. Köydeki yaşlılar genellikle sarma tütün, diğerleriyse üçüncü, ya da ikinci sigarası içiyorlar. Ardından da takır takır öksürüyorlar.
Yanıma gelen bu gençlere ayrıca hoşlanacakları türde, başta geleneksel âşık edebiyatının kitapları olmak üzere öykü ve romanlar veriyorum; okusunlar, bilgilensinler, yaşam kültürleri gelişsin diye.
Alıyorlar fakat:
“Okuyup da ne yapacağız be Hocam? Mısır mollası mı olacağız sanki?” diyenler olduğu gibi;
“Başlık parasına çare mi bu kitaplar?” diye soranlar da bulunuyor.
Köydeki sosyal yaralardan birisi de evlenecek gençlerin “başlık parası” konusu. Duyunca şaşırdım açıkçası. Köydeki başlık parası tam “15 bin lira“ imiş. Benim köyümde de başlık parası var ama buradakinin onda biri kadar bile değil. Erkek tarafından kız babasına verilen bu para, gurbette çalışılarak kazanılacak paralardan değil. Kız babaları, başlık karşılığında (onların deyimiyle) kızlarını satınca kısa zamanda zenginleşiyorlarmış. Ama erkek evladı olan ailelerin durumu da bunun tam tersi oluyormuş. Onlar için düğün yapmak, oğul evlendirmek bu başlık paraları yüzünden tam bir yıkım oluyormuş. Düşünün bir kez. Dört beş tane erkek çocuğu olan bir aile çiftlik sahibi de olsa kısa zamanda yoksullaşabiliyorlarmış. Çocuklarının sayıları kız erkek olarak eşitse, sorun değilmiş. Durumları korkak bezirgânların işine dönüyormuş.
“Yani,” diyorum. “Ne kar, ne de zarar.”
“Evet,” diyorlar. “Kızdan aldığı başlık parasını oğlan için geri vererek el elde, baş başta kalıyorlar.”
Bana, kaç lira maaş aldığımı soruyorlar. Belli ki ben de bu köyden evlenmek istesem kaç maaş biriktirmem gerektiğini öğrenecekler. Hemen yanıtlıyor;
“Ayda 350 lira” diyorum.
Bu kez Çelebi soruyor:
“Aldığın maaşın bir kuruşuna bile dokunmadan ne kadar sürede, biriktirebilirsin 15 bin lirayı?”
Hemen kâğıt kalemle hesabı çıkarıp, söylüyorum kendilerine.
“Bir kuruşuna bile dokunmadan tam kırk üç maaş biriktirmem gerekiyor. Bu da kırk üç ay yapar. Yıl olarak soracak olursanız, üç buçuk yılı biraz aşar.”
“Görüyorsun ya,” diyor Çelebi. “Bu köyden evlenmek istesen, sen de evlenemezsin o maaşla Hocam.”
“Ben” diyorum. “Bu gibi olayları romanlarda, öykülerde ya da filmlerde olur sanıyordum. Demek ki gerçekmiş. Hem de Anadolu’nun ortasında, Çorum topraklarında.”
Haydar:
“Bu köyde başlık parası yüzünden evlenememiş, yaşı kırkı aşmış altı yedi kişi var,” diyor.
(SÜRECEK)