Biliyorsunuz “Mandıra Filozofu” tiplemesiyle belleklere kazınmış olan ünlü oyuncu Müfit Can Saçıntı hemşehrimiz.
1968 Sungurlu doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1990 yılında “Olacak O Kadar” isimli TV programına senaryo yazarak sanat dünyasına adımını atıyor. Şov programlarıyla kamera karşısına geçip bazı filmlerde roller alıyor, ama O’nu Türkiye’ye tanıtan “Çocuklar Duymasın” dizisindeki “Mustafa Ali” karakteri oluyor.
“Mandıra Filozofu” filmindeki, Rasim Öztekin’in canlandırdığı ünlü iş insanı Cavit Bey’le diyalogları, münazara konusu olabilecek ölçüde bir felsefi tartışma alanı.
Filmi izlediğimde, “Mandıra Filozofu doğru söylüyor, doğada her türlü güzellik var, huzur var…Herkes de böyle yaşamak ister, ama…” demiştim.
Ama…
Endüstriyel tarım olmadan, sanayi üretimi olmadan, bunlara paralel hizmet sektörü olmadan, 8 milyarı aşmış dünya nüfusunu doyurmak, ihtiyaçlarını karşılamak nasıl mümkün olacak?
*
Hani denir ya: “İnsan, para kazanmak için sağlığını, sağlığını geri kazanabilmek için de kazandığı parayı harcıyor.”
İş-yaşama dengesini kurabilenler yok mu peki?
Elbette var.
Büyük Atatürk’ün dediği gibi, “işini en iyi yapan, vatanını en çok sevendir”…Bunu, insanlığı sevmenin bir gereği olarak da yorumlayabilirsiniz. İnsanlığa ne kadar yararlı iseniz, o kadar insansınız demektir.
Hem işini en iyi şekilde yapan, hem de yaşamayı ihmal etmeyen insanlar var ya.... İşte, günümüzün uygar insanının tanımlaması budur bence.
*
Buradan sözü, doğa ile başbaşa “çadır tatili” diye de niteleyebileceğimiz kamp veya karavan turizmine getireceğim.
Para, hiç kuşkusuz tatil için en önemli etken, ama sözünü ettiğimiz türde tatili tercih edenlerin derdi, genellikle para değil. “Doğa ile başbaşa” diye tanımladığımız “doğal yaşam”…Bir tür “Mandıra Filozofu” felsefesi…
Ama O’nunki gibi sürekli değil, belirli bir süre için…Bir tatil boyu, bir teneffüs aralığı…
*
Biz de, insan sevgisiyle, doğa sevgisiyle dolu insanız sonuçta. Kelimenin tam anlamıyla “romantik” olduğumuz söylenebilir…Dolayısıyla, sevgiye, dostluğa, doğaya tutkunuz. Ama, çadır turizminin ne kadar keyifli olduğunu anlatanları, hep ihtiyatla dinlemişizdir şimdiye dek.
Doğal yaşam tamam da, çadırda da kalamayız sanki…
Alışık değiliz…
Oysa alışmak, denemenin ardından gelecek bir olgu değil mi?…
*
1970’lerden beri Antalya’ya gider-geliriz. Sahillerinin bomboş olduğu “küçük kent” hallerini biliriz. Oğlumuz Onur da 5 yıl kadar yaşamıştı Antalya’da.
Şimdi ise yeğenim Ahmet Yolyapar yaşıyor. Kardeşim Recep’in oğlu…Sanırım 22 yıldır orada…
“Bayram tatilini birlikte geçirelim” teklifi uygun geldi, Recep’le birlikte gittik. Corendon Havayolları’nda kabin amiri olan İzlem, uzun süreli bir görevle Hindistan’daydı. Sema da, torunu Can’a bakmak üzere oradaydı. Eşim Hülya ise, Seferihisar Doğanbey’den, Meriç-Muzaffer Göğercin dünürlerden Antalya’ya geçecekti.
Daha önce de defalarca gittiğimiz Olimpos, Adrasan, Çıralı, Phaselis gibi “doğa harikası” yerlere günübirlik gideriz diye düşünüyorduk. Ama, Ahmet bu! Sürprizlerin adamı…
Pandemiden beri tam bir “doğa adamı” olduğunu biliyordum.
“Amca, az bilinen, doğası bozulmamış bir koya kamp yapmaya gidiyoruz” dedi, “Çadırda kalacağız!”…
Hayatımda ilk olacak…Ama ağzımı bile açmadım.
Her şeyin bir ilki vardır elbette.
*
Ahmet’in ATV’si var, arkasına bağlı bir de römorku…Tüm çadırları, kamp malzemelerini, alet-edevatı alıyor. Araziye uygun bir araçla da biz gidiyoruz.
Gittiğimiz yer, Adrasan ile Olympos arasında, denize sadece dar bir çıkışı olan, tepelerle çevrili, göl gibi bir koy: Sazak Koyu…Akdeniz, adeta dağların arasından bir geçiş bulup ormanın koynuna sokulmuş…
Niye bakir kaldığı da, 10 kilometrelik ay yüzeyini andıran yolundan anlaşılıyor.
Bizim gibi karayoluyla gidenlerin yanı sıra, denizden tekneyle gelen kampçılar da var. Gittiğimizde üç-dört öbek çadır vardı, sonradan sayı arttı.
Öğle saatlerinden başlayarak akşama kadar tur tekneleri geliyor, yemek ve denize girme molası veriyor. Sayılarının aynı anda 13-14’ü bulduğu oluyor. Özel yat ve tekneler de açıkta demirleyip, Akdeniz’in dibi görünen ılık sularının keyfini çıkarıyor.
Akşama doğru tekneler çekilince, koy olanca güzelliğiyle kampçılara kalıyor. Sabah öğleye kadar zaten onların…Ay ışığı altında, küçük bir ışıldakla, denizden hafif esintinin rahatlatan atmosferi içinde ve ağustos böcekleri orkestrası eşliğinde akşam yemeği…
*
Kamp veya çadır turizmi, ne derseniz deyin, böylesine büyük bir sektör oluşturduğunu düşünemezdim. Yok yok…Aklınıza ne ihtiyaç gelirse, portatifi yapılmış. Katlayıp kılıfına koyuyorsunuz, fazla yer de tutmuyor. Tuvalet ve duş da buna dahil.
Tüm gıda maddeleri buzluklarda ve dondurucularda. Kumların üzerine yaktığınız kamp ateşinde, her şeyi en doğal şekilde pişiriyorsunuz.
Ama, Ahmet gibi beceri sahibi ve deneyimli değilseniz, ne o çadırları kurabilirsiniz, ne alet-edevatı kullanabilirsiniz, ne de her birinin ayrı sistematiği olan yeni icat kamp malzemelerinin pratiğini yakalayabilirsiniz.
*
“Çadırda yatmak” denince, hemen “ben yapamam” der kenara çekilirdim.
Hayatımda ilk kez çadırda yattım. Tam üç gece…Neyse ki, Sazak Koyu’nda hava çok sıcak değildi, denizden esen hafif bir meltem çadırların içini de rahatlatıyordu.
Gecenin ıssızlığında, arkanızda orman, önünüzde deniz…
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığınızda, inanılmaz bir dinginlik…Tarifi olanaksız bir yaşam sevinci…
Elektrik yok, telefon çekmiyor, sizi esir alacak bir televizyon ekranı da söz konusu değil. Gazete yok, haber yok, sosyal medya tımarhanesinden fersah fersah uzaktasınız.
İşte hayat!
(SÜRECEK)