Dünyanın benzerlikler, ayrımlar, ayrılıklar ve çelişkiler üzerine oturduğunu düşünmek tuhafıma gidiyor. Asya’nın Akdeniz ucundaki ülkemde yaşanan ABD kaynaklı cunta can alıyorken benzer bir kıyımı yine ABD askerleri Asya’nın doğusunda Vietnam diye bildiğimiz ve hakkında adından başka gazetelerin verdiği kadarından fazlasını bilmediğimiz bir ülkede çocukları aç bırakıyor, kadınlara tecavüz ediyor, ülkelerini savunan Vietkong savaşçılarını öldürüyor veya esir aldıklarını işkenceden geçiriyordu. Bu sömürgeci güç dünya halkları tarafından nasıl durdurulamazdı? Sömürüye ve kana dayanan bu güç dünya halklarının yazgısı mıydı? Vietkonglara uygulanan işkence ile ülkemde adı ayyuka çıkan kontr-gerilla kamplarındaki işkence yöntemleri birbirine benziyor muydu? Her halde benziyordu ki canhıraş bağırtıların sokaklara taştığı söyleniyordu. On sekiz yaşıma girdiğim aylarda, çocuk denebilecek bir yaşta ilkokul öğretmeni olan ben bu benzerlik ve çelişkileri düşündükçe önümüzde ne gibi karanlık, kötücül gelişmeler olabileceğine kafa yoruyordum. Yorumlayabiliyor muydum cunta vahşetini? Ve düşündükçe kafama ağrılar giriyordu.
Bu dehşet haberlerinin beynimde yarattığı ağrının, sırtıma vuran güneşin ve yürüyüşün etkisiyle yorulmuş ve terlemişim. Oysa kolumdaki Nacar saate göre yarım saat kadar yürümüştüm. Ayırdına varmadan yolun her zaman geçtiğim, çalıştığım köy ve ilçe arasındaki köy ile sağdan o güne kadar hiç yürümediğim Beldibi’ne giden yol ayrımına gelmişim. Öğretmeni olduğum köyle ilçe arasında sürekli konakladığım köye dönmek yerine yirmi dakika kadar daha fazla yürümeyi göze alarak sağdan yokuş aşağı ilerleyip Beldibi’nin yakınından sola dönerek pır pır köprüye kadar yürürsem, her yolculuğumda korkudan ne yapacağımı bilmeyerek geçtiğim köprüyü aşmak zorunda kalmayacağım. Beldibi’ne yakın olan köprü üstünden araç geçecek kadar sağlam.
Yol uzayacağı için bu yöne dönmeden önce oturup biraz dinlendim. Elimdeki çantayı omzuma almadan önce yürüdükçe taşımanın daha da zorlaştığı metal borunun ucunu çantamın içine soktum, boru güneşli gökyüzüne doğru uzanıyor. Çantayı omzuma alarak tekrar yürümeye başladım. Böylelikle ağırlığı omzuma vererek tek elim rahatlamış oldu. İçi çok dolu olmasa da bir elimde çanta diğerinde metal boru ile yürümek zorlamıştı beni.
Çantayı omzuma aldığımda çantadan yukarı doğru uzanan metal borunun bahar güneşinin etkisiyle parıl parıl parladığını düşünerek ilerliyorum. Gören, gökyüzünden yeryüzüne pike yapmış ve yüzeye yakın bir yerde asılı kalmış uzun bir ışık parıltısı sanır. Kim bilir bir çeşit UFO diye yorumlayanlar da çıkar. Bahar güneşi sırtımı ısıtıyor, gündüz gözüne yolculuk endişelerimi uzaklaştırıyor.
Kendi gölgem ve gölgemin üzerinde yükselen borunun gölgesi anlaşılmaz bir şekil oluşturuyor, her adımda gölge tuhaf bir şekle dönüşerek bir sağa bir sola kayıyor sanki benimle oyun oynayan cansız bir beden gibi önümden gidiyor. Bir tek atım yok, o da olsa Don Kişot gibi ‘tek at tek mızrak’ köye gideceğim. Böyle kendi gölgemle ve borunun gölgesiyle oyun kurup eğlenerek Beldibi köylülerinin ilçeye gelip giderken üstünden geçtikleri köprüye kadar geldim, rahat rahat köprüyü geçtim ve ormanlık alana uzanan toprak yoldan sola dönerek az sonra pır pır köprüye varacağımı düşündüm.
Sözlerini anımsayamadığım bir türküyü ıslıkla söylemeye çalışarak kendimi oyalıyorum. Pır pır tahta köprüde tekrar bir mola verdim. Artık yolun bundan sonrası ormanlık alan, hava hâlâ güneşli. Karanlık basmadan kendi köyüme varırım, diye geçiyor aklımdan.
(SÜRECEK)