ANARŞİT-2

Abone Ol

Yürüdükçe kafamdan onlarca düşünce geçiyor, birbirine karışıyor, beynimi zorluyor. Öyle kanlı bir cunta dönemi yaşıyoruz ki tarifi olanaksız. Ankara’nın batısında küçük bir köyde stajyer öğretmen olarak bir buçuk aylık bir dönemi ders vererek, verdiğimiz dersin sorumlu öğretmence denetlenmesini ve olumlu raporunu heyecanla bekleyerek geçirdiğimiz dönemde ilan edilmişti 12 Mart 71 cuntası. İlanıyla birlikte şiddetli bir tutuklama furyası başladı, binlerce ilerici, devrimci, sosyalist içeri tıkıldı. Gazeteler gelişmeleri tarafsız olarak veremiyor, insanlar kulaktan kulağa yayılan söylentilerle şaşkınlığa uğruyor. İstanbul’da Ziverbey Köşkü, Ankara’da kontr-gerilla karargâhları olarak duyulan karanlık odaklar ve buralardan yükselen işkence feryatları konuşuluyor. İşkencenin ne olduğunu bile kavrayamıyoruz. İşkence olarak ne yapılıyor ki? Bu sorunun yanıtını on sene sonra ilan edilen 12 Eylül cuntasının tezgâhlarında alacakmışım, acı deneyimlerle.

Mart sonunda Kızıldere’de on devrimcinin katledildiği haberlerini radyodan dinlediğimizde donup kalmıştık. Eskiler “hafsalamız almıyor” derlerdi ya, tam anlamıyla aklımız almıyordu yaşatılanları. Devlet kendi çocuklarını bombalamıştı! On devrimci ve üç yabancı teknisyen katledilmişti. Bu nasıl olabilirdi? Koskoca devlet on devrimciye mi savaş açmıştı? İdam edilecekleri söylentisi dolaşan Deniz ve arkadaşlarını kurtarmak üzere, rehin aldıkları radar teknisyenleriyle birlikte Mahir’leri yok etmeyi göze almıştı cunta.

Cunta, uygulamasına alkış tutan gazeteler aracılığıyla büyük bir karalama kampanyasına girişmiş, devrimcileri öcü olarak gösteriyordu. İşbirlikçi tekelci sermayenin emeği sömüren bir suç sınıfı olduğu gerçeğini gizleyerek devrimcileri suçluyordu. Tam tamına Göbels propaganda kampanyası sürdürülüyordu. Cuntayı ilan ettiren de bu işbirlikçiler değil miydi?

Şiddet uygulamalarıyla emek ile bu işbirlikçiler arasında katmerlenen bir kan duvarı oluşturmuştu. Tekelcilerin sömürülerini en acımasız yöntemlerle sürdürebilme aracı değil miydi cunta? Cuntacıları alkışlayanın sadece bu suç sınıfı olması şaşırtıcı değildi. Kanlı, faşist uygulamalarını anlatan basım-yayım organı neredeyse yok gibiydi, birkaçı hariç. Bilgi edinme araçları kilitlenmiş, şaşkınlık ve dehşet içinde söylentilere kalmıştı haberler. Dört koldan yalan haber yayılıyordu. Uygar (!) dünyadan göstermelik de olsa bir itiraz yükselmemişti. Demek insan öldürmek, bombalamak o kadar da zor değilmiş! Uygulayan cunta olunca kimse ses çıkaramıyormuş! Henüz yeni bir şokla uyanacağımız Hıdırellez gelmemişti. İdam şokuyla. Bir seherde üç fidanın soldurulması şokuyla. Devrimcilerin tam bağımsızlık düşü daha yeşermeden biçiliyordu. Cunta kentte, kırda ‘anarşit’ avındaydı. Muhtarlar sıkıştırılıyor, köylere gelen her yabancıyı ihbar etmeleri isteniyordu.  Şaşkınlığımız ve kızgınlığımız giderek çoğalırken henüz öğrenmeye çalıştığımız devrim yolunun dolambaçlı, engebeli olduğu kafalarımıza dank etmişti. 

Ülkede 68 rüzgârının estiği üç yıl boyunca dilime takılan ve sık sık ıslıkla çaldığım marşı ıslıkla çalmaya başladım. Kızdıkça ıslığım daha gür çıkıyor. Hem yürüyor, hem ıslık çalıyor hem de kızgınlığımı giderecekmiş gibi ayağımın ucuna gelen taşları bir tekmeyle ta uzaklara gönderiyorum. Her taş olmuş bir halk düşmanı, benden tekme yiyip yoldan çıkıyor, henüz yeşermiş olan otların arasında sinsi birer yılan kıvrımıyla yok oluyor.  Keşke emperyalistlere ve yerli işbirlikçilerine bu tekmeyi bir kez daha vurabilseydik ve tam bağımsızlığa kavuşsaydık. Herkes kendi sevincini de üzüntüsünü de kendi yüreğinde yaşıyor, üzüntüyü yürekten paylaşanımız az. Devrim yolu ne kadar diken doluymuş, kavrayamıyorum. Kızgınlığım bir türlü bitmek bilmiyor, yol uzadıkça artıyor. Sağ ayak başparmağım acımaya başlayıncaya kadar taş tekmeledim, kendime zarar verdiğimi fark etmeden, bereket kırılmamıştı. Rahmetli dedem yaşasa ve ona öykümü anlatsam, ela gözlerini gözlerime kenetler “İyi halt etmişsin evlat! Parmağının kırılabileceğini de mi aklın ermedin?” derdi.         

(SÜRECEK)