400 Yıl Sonrasına Yazılan Mektup

Abone Ol

Bu yazımla, gelmiş geçmiş en büyük Türk Mimarı, Mimar Sinan’ı anlatacağım size…

Nedenini de sonra dillendireceğim.

* * *

Cumhuriyet tarihimizin en büyük iki depremini yaşadık.

10 kentimiz ve ilçeleri en az 15 – 20 yıl belini doğrultamayacak şekilde (gelmiş geçmiş tüm iktidarlarla birlikte) çöktü.

36 bin ölümüz 110 bin yaralımız, bu rakamlara yakın da akıbeti bilinmeyen yurttaşımız var enkazın altında.

Tabii bu rakamlar, şu ana kadar saptanabilenler.

Doğal olarak daha da artacak bu rakamlar.

Şunu merak ediyorum.

Bu kayıpların müsebbipleri belediyeler, belediye başkanları, imar müdürleri, yapı denetim kurumları, mimarlar, mühendisler ve de müteahhit bozuntuları, bir nebze olsun utanıyorlar mı acaba?

Bu depremler, bu kayıplar, Japonya’da olmuş olsaydı; sorumluları aynı gün harakiri yaparak, kendi cezalarını kendileri keserdi.

Ya bizim muhteremler?

Acaba onlar ne yapıyor, nasıl bir ruh halindeler?

Umurlarında mı acaba?

En ufak bir sorumluluk hissediyorlar mı?

Hiç sanmıyorum?

* * *

1500’li yıllar.

Matbaayı, hudutlarından içeri sokmamak için 200 yıl direnen bağnaz bir Osmanlı.

Ve Sinan adında bir yiğit.

Kim bu Sinan?

Kayseri’nin Ağırnas Köyünden İstanbul’a getirilmiş, devşirme bir köylü çocuğu.

Eğitim adına ne görmüşse sarayda görmüş.

Serilip serpilince de savaş alanlarına sürülmüş.

Belgrat, Rodos, Mohaç, Viyana, Almanya, Irak seferlerine katılmış… Nerede, nasıl bir eğitim almış da; meslek aşkıyla yanıp tutuşan dünyanın sayılı mimarlarından biri olmuş?

İşte bu noktada irade giriyor devreye.

Olağanüstü, güçlü bir irade.

Baktığı şeyi, görme; gördüğü şeyi, en ince noktasına dek beynine kazıma, daha sonra da bu birikimleri uygulamaya koyma yeteneği devreye giriyor.

Yaptığı işten zevk alma özelliği, meslek aşkı giriyor devreye.

Yarattığı eseri, yaşatma hırsı giriyor.

Bu özellikler varsa, yaptığı işi, içinden gelerek yapıyorsa; mesleğinde yüceliyor insanoğlu.

Mimar Sinan böyle biri işte.

Savaşırken; geçtiği köprüleri, yol üzerinde bulunan nehir ve göller üzerindeki tekneleri görüyor.

Sonra da görüp, beynine kazıdığı ne varsa; onların çok daha mükemmelini yapıyor.

… …

1538 yılında, Kara Buğdan seferi sırasında Prut Nehri üzerine yaptığı köprü sonrası Mimar Acem Ali’nin yerine baş mimar olarak atanıyor ve elli yıl boyunca da bu görevi sürdürüyor.

Gidip gördüğü bölgelerde, gözüne çarpan yapıları inceleyip, beynine nakşediyor.

Ülkesine dönüyor; beynine nakşettiği eser(ler)i, geliştirerek, yöre koşullarına uyarlayarak İstanbul’da, Edirne’ de, Diyarbakır’da, Erzurum’da, Van’da olağanüstü yapıtlar yapıyor.

Üretmekle, yaratmakla yatıyor; üretmekle, yaratmakla kalkıyor.

Yaşamı boyunda hep mükemmeliyeti arıyor.

Çıraklık eserim dediği İstanbul Şehzade Camisi’ni, 50’li yaşlarının ortalarında; kalfalık eserim dediği İstanbul Süleymaniye Camisi’ni, 60’lı yaşlarında; ustalık eserim dediği Edirne Selimiye Camisi’ni, 80’li yaşlarında yapıyor.

Yapmakla da kalmıyor; yaptığı eserlerin ÖLÜMÜNDEN SONRA OLASI YIPRANMA DURUMLARINI DA DÜŞÜNÜYOR; olanakları ölçüsünde onların da önlemlerini almaya çalışıyor.

İşte aldığı o önlemlerden birinin günümüze yansıması…

Şehzadebaşı Cami´nin 1990´lı yıllarda yenilemesini yapan firmanın inşaat mühendisi anlatıyor.

“… Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık.

Sökmeye kemerin kilit taşından başladık.

Taşı yerinden çıkardığımızda; iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık.

Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kâğıt vardı. Şişeyi açıp kâğıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu”:

“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden; bu kemeri yeniden nasıl inşa edeceğinizi, bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu, ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”

Mektubuna böyle başlayan Koca Sinan, mektubunun devamında, o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini açıklıyor; daha sonra da ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.

* * *

Meslek aşkını görüyor musunuz?

Hepsinden önemlisi SORUMLULUK AŞKINI görüyor musunuz?

Bu mektup, bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterdiği insanüstü çabanın bir belgesidir.

Burada insanı hayrete düşüren olay, mektubu kaleme alan kişinin; çağımız insanlarının bile bilmekte zorlanacağı şeyleri bilmesidir. Örneğin bir taşın ömrünü bilmesidir.

Örneğin, dört yüz yıl sonra yapı tekniğinin değişeceğini bilmesidir.

Örneğin 400 yıl gibi uzun bir süre dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gerektiğini bilmesidir.

İşte bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir.

Şöyle bir düşünün, günümüzde hangi mimar, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusu taşır.

O, 16 ayrı türde, 477 adet yapının mimarıdır.

Budapeşte’den Bağdat’a, Kırım’dan Kudüs’e kadar büyük bir coğrafya üzerinde yer alan Sinan yapılarından 120’den fazlası halen günümüzde de kullanılmaktadır.

Yapı teknolojisinin ve mühendislik çözümlerinin hızla geliştiği çağımızda dahi bu kadar yapıyı kaç mimar, bir ömre sığdırılabilir, bilemiyorum.

Ama Mimar Sinan sığdırmıştır.

… …

Ya günümüz mimarları, mühendisleri ve onları yetiştiren aileleri, hocaları?

??!!...

Yorumu size bırakıyorum.