Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde;
“...Bugün neyimiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizler bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferine borçluyuz...” der.
Bu yoruma katılmamak mümkün mü?
Bugün yaşıyorsak, sevdiklerimizle birlikteysek, yurt sahibi, bayrak sahibiysek, özgürsek, ana dilimizi konuşabiliyorsak, inandığımız doğrultuda tapınabiliyorsak; bütün bunları, Türk soyunun sürdürülebilirliği için, gözlerini kırpmadan, don gömlek, yalın ayak ölüme koşan atalarımıza borçluyuz.
Bu günlerimizi, her yönden dağılmış, tükenmiş, inancını ve direncini yitirmiş insanlarımızı derleyip toparlayan, kıt olanaklara karşın onlara umut aşılayan, inanç aşılayan, üstün dehasıyla onları en iyi biçimde güdüleyen ve yöneten Ulu Önder Büyük Atatürk’ümüze borçluyuz.
Bu çağdaş ülke, her ikisi de Ağustos ayında yapılan, iki ayrı meydan savaşının eseridir. Bu savaşlardan biri, 1921 Ağustos’unda Sakarya nehri boyunda; ikincisi, 1922 Ağustos’unda Afyon cephesinde verilmiştir.
Her iki savaşta da Türk Ordularının Başkomutanı, Ulu Önder Mustafa Kemal’dir. Askerlik tarihimizin ikinci meydan savaşı, o nedenle, ‘Başkomutan Meydan Muharebesi’ olarak anılır.
Meydan savaşlarında, devletler batar, devletler doğar. Bazen bir meydan savaşının takvim tarihi, aynı zamanda da bir devletin, yeniden diriliş tarihi olur.
Anadolu toprakları üzerindeki son Türk kuşağının, yeniden yaşama sarılmasının başlangıç tarihi de işte böyle bir meydan savaşının sonucudur.
Bu utku, millet meclisine, hükümete, ordu komutanlarına karşın Başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmış bir utkudur.
Bu uğurda can veren tüm şehitlerimizi rahmetle anarken, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı eserinden alıntıladığım yaşanmış bir iki olayı, (özetleyerek) sizlerle paylaşmak istiyorum
* * *
Falih Rıfkı şöyle anlatıyor
“... Mecliste (Ankara’da) hava bozuktu. Ordunun saldırı harbi yeteneğinin olmadığı, olamayacağı düşünülüyor; İngilizlerle, Anadolu’yu boşaltma takvimi üzerine görüşmeler yapılması düşünceleri çarpışıyordu. İşin içinde İstanbul’la birleşmek, bunun için de Mustafa Kemal’den bir an önce kurtulmak düşüncesinin büyük payı vardı.
Garp Cephesi Komutanlığı bile, saldırı harbi yapamayacağımız inancında idi. Çünkü cephenin haber kaynağı İstanbul’du ve İstanbul’dan Anadolu’ya moral bozucu haberler pompalanmaktaydı.
Milli Müdafaa Nazırına göre; günün birinde taarruz emri verilecek olsa, ordunun yürümek için ayağına giyeceği çarığı bile yoktu. Silah kayışı yoktu. Bunları edinmek için hiç olmazsa 600 bin liraya gereksiniliyordu. Maliye Nazırına göre de kasada on para bile kalmamıştı. Meclisteki muhalif vekillere göre, milletvekilleri aldatılmaktaydı.
Hindistan’dan Mustafa Kemal’e gelen bir para vardı. Mustafa Kemal, son gereksinimlerin karşılanması için, bu parayı hükümet emrine verdi.
Daha sonra saldırıya geçmek için, son kararları almak üzere, yanına genel kurmay başkanını da alarak, Garp Cephesi Karargahına hareket etti.
Afyon’un Çay İlçesinde toplanıldı. Fevzi Çakmak planlarını açıkladı. İsmet Paşa saldırıya karşı çıktı. Yakup Şevki Paşa, milletin varını yoğunu zar gibi atmanın tarihçe cinayet sayılacağını söyledi. Ulu Önder’in; ‘Milletin varı yoğu bundan mı ibaret Paşalar?’ sorusuna, ‘evet’ yanıtı gelince, Ulu Önder bu yanıta, şu karşılığı verdi.
‘O halde kesin sonucu, bunlarla almak zorundayız.’ (...)
Yunanlıların cephesinde 120.000, geride 30.000 askerleri vardı. Bizim ordunun ise tamamı 105.000 kişi idi. Topçumuz Yunanınkinden eksik, süvari sayımız onlardan biraz fazla idi.
Mustafa Kemal, 25 –26 Ağustos gecesi, şafakla beraber, saldırı emrini verdi.
Ankara’dan hareket edeceği günün akşamını, (Keçiören’de) yakın adamları ile birlikte geçirmiş idi. Ayrılma vakti geldiği zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere; ‘Taarruz haberini alınca hesap ediniz; 15 gün sonra İzmir’deyiz’ demiş, bu söylem, Ulu Önder’in alkollü olmasına verilmiş, hafiften alaycı gülücüklerle karşılanmıştı.
Bu ince gülücükler Ulu Önder’in gözünden kaçmamış, İzmir dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber olduğu kişilerden bir ikisini görünce, onlara; ‘Bir gün yanılmışım’ dedi. ‘Ama kusur bende değil, düşmanda!’
Çünkü taarruzun 14. Gününde İzmir’e girilmişti.”
(...)
* * *
Büyük devletlerin, büyük hainleri olur. Dün de vardı o hainler, bugün de var.
Her devirde de olacaktır. Onları iyi tanımamız gerekir.
Falih Rıfkı, bu hainlerle ilgili bir öykücüğü (anekdot) şöyle anlatıyor. “...İşgalle birlikte Anadolu birdenbire her türlü iletişime kapanmıştı. İstanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin diğer kısmı arasında iletişim kurmak olanaksız hale gelmişti
O günlerde ben İstanbul’daydım. Tüm duyu organlarımız teyakkuzda, İzmir’den gelecek haberi bekliyorduk. Ne Rum, ne Ermeni gazetelerinde, ne İngiliz, ne Fransız ağzı konuşanların sözlerinde merak giderici en ufak bir söylenti, en ufak bir yayıntı yoktu.
Hepimiz Mustafa Kemal’in askerlik dehasına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu kadar, yoka da çevirebilecek bir zar atmayacağını biliyorduk. Biliyorduk ama... ama’ydı işte...
izmir’den iyi ya da kötü hiçbir haber gelmiyordu. Umutsuzluğa düşmüş, karamsarlığa kapılmıştık. Rum gazeteleri kaynaklı ilk söylentiler, çıkmaya başlamıştı. Taarruza geçmiştik ama, başımızı sert Yunan kayasına çarpmıştık. Türk ordusu bozguna uğramıştı.
(...)
Mustafa Kemal’e kızanları kimseler tutamazdı artık. Hep birlikte bayramlık ağızların açmaya başlamışlardı....
Derken... sonunda doğru haber İstanbul’a ulaştı; Mustafa Kemal İzmir’e girmiş, İzmir’imizi ele geçirmiş, Yunanlıları denize dökmüştük.
Akşam Gazetesinin ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırladık; “Elhamdülillâh İzmir’e kavuştuk!”
Kapıları açmanın olanağı mı var? Gazeteleri pencereden akıtıyorduk. Gazeteyi alan, yüzüne gözüne sürüyor, okuyanlar sevinç gözyaşları döküyorlardı. Olanı biteni izledikçe, Dolmabahçe’ye gidip Vahideddin’i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi.
Vahideddin’i göremedim Fakat sonradan ilk meclisten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara öyküsü anlattı. Onlar da (sevinçten) ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Mecliste bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş. Hani şu Mustafa Kemal’e muhalif olan milletvekillerinden
‘Yahu nedir bu halin?’ diye sormuş. Öteki dudaklarını sıkarak; ‘Ne var bunda sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz bunun?’ diye çıkışmış, arkasından da eklemiş,‘Yunanlılardan kurtulduk, bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız!?...’
(...)
Evet, Mustafa Kemal’in muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. ‘Bir kurşun da Mustafa Kemal’in göğsüne sapla Allah’ım’ diye ilenip, dolanıyorlardı ortalıkta
Doğu böyledir, dostlarım. Doğuda kin, insanları kolayca hıyanete kadar götürür. O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün anısını söndürmeye çalışmıyorlar mı?”
Evet böyle diyor Falih Rıfkı Atay.
Falih Rıfkı uyansa da görse, o hainlerin giderek nasıl çoğaldığını.
Neyse ...
Sözü uzatıp, bu anlamlı günün tadını kaçırmayalım.
Tüm okurlarımın 30 Ağustos Zafer Bayramını kutluyorum.