Fikri öğretmen arkasına bile bakmadan çıkıyor odadan. Ben de başımla selamlayıp çıkmak üzereyken:

“Siz biraz kalın genç öğretmenim” deyip, yer gösteriyor.

Teşekkür ederek oturuyorum yandaki koltuğa.

Müdür bey, her ne değin belli etmemeye çalışıyorsa da yine de sinirlenmiştir Fikri öğretmene.

“Adam hem saygısız, hem de kaba. Sen bir makama giriyorsun be kardeşim. Önce kapıyı vur, ondan sonra gir. Sonra, karşındaki kişi, senin sicil amirin… Bir şey sormanın da yolu yordamı, adabı, erkânı var. Ama nerede o saygı, o incelik! Ne yazık ki görgü kurallarından nasibini alamamış bazıları,” dedikten sonra bana dönüyor:

“Her ne ise… Nasılsın genç öğretmenim? Alışabildin mi köyüne, öğrencilerine?

“Sağ olun efendim. Alışıyorum. Ben de köy çocuğuyum çünkü.”

“Öğrenci devamını sağlayabildiniz mi?”

“Geldiğimde öğrencilerimden 20-25 tanesi devamsızdı. Velilerle sürekli temas halindeyiz. Devamsızlık sorununu büyük oranda hallettim. Sürekli gelmeyen birkaç öğrencim kaldı.

“Sevindim buna. Biliyorsun, ceza uygulaması en son çare.”

“Biliyorum efendim.”

“Geçen aybaşı uğradığında seni gerçekten bizim bitişikteki ortaokulda okuyan öğrencilerimizden biri sanmıştım. O nedenle unutmuyorum seni.”

Mahcup bir tavırla başımı yere eğiyorum.

“Neyse ki,” diyor müdür. “Akıl yaşta değil başta demişler. Akıllı olmalısın ki bu kadar genç yaşta öğretmen olup gelmişsin. Sana meslek yaşamınla birlikte hayatta da başarılar diliyorum.”

“Güzel sözleriniz ve başarı dilekleriniz için çok teşekkür ediyorum efendim. Öğretmenliği severek seçtim. Başarılı olmak için de var gücümle çalışıyorum.”

Babacan bir tavırla gülümseyerek:

“Umuyorum ve buna inanıyorum genç öğretmenim.”

“Benim iki ağabeyimle iki dayım, iki amcam; iki dayıoğlumlum öğretmendir. Ben, köyümün 35’inci öğretmeniyim.”

“Ya! Ne güzel. Köyünüz eğitimli aydın bir köy olmalı.

“Öyle efendim.”

“Sevindim buna. Beni bir ağabey, bir baba gibi gör. Okulla, köyle, eğitim-öğretimle ilgili bir derdin, bir sorunun olursa, hiç çekinme! Gelenden gidenden bir pusulayla bana bildirebilirsin. Bizler çözüm için buradayız.”        

“Çok sağ olun efendim. Sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim. İzninizle kalkayım ben.”

“İzin senin genç öğretmenim.”

Ayağa kalkıp saygılıca elini sıkıyorum.

O da ayağa kalkıp, kapıya kadar gelip uğurluyor beni.

“Hoşça kalın efendim.”

“Sağ ol. Güle güle.”

Dönüp çıkıyorum odadan. İlköğretim Müdürünün ilgisinden memnun ve mutlu oluyorum. İçimde bir yerlerde, sevinçten pır pır kanat çırpıyor güvercinler.

Gerçekten de geçen aybaşı kapıyı vurup İlköğretimin müdürünün odasına girdiğimde, daha ben kendimi tanıtmadan:

“Buyur evladım, demişti. “Bir şey mi diyorsun?”

Bense:

“Efendim, Ben Büyükpolatlı köyünün okul müdürüyüm. Okulumuza ait evrak varsa almak için uğramıştım.”

Müdür Bey şaşkınca bakmış, ardından:

“Öğretmenim kusura bakmayın. Ben sizi bitişikteki ortaokulun öğrencilerinden birisi sanmıştım. Üstelik size evladım diye hitap ettim.”

“Kusuru yok efendim. Elbette bizler sizlerin evladı sayılırız.”

“O kadar gençsiniz ki sizin öğretmenlerimizden birisi olacağınız aklıma bile gelmedi. Neyse, buyurun oturun,” demişti.

Bu sırada kendisine çay getiren çaycıya, bir de benim için istemişti.

Ben teşekkür ederek:

“Zahmet etmeyin efendim,” demişsem de, çay gelmişti. Beni tanımak için sorduğu soruları da yanıtlamıştım. Eğitim öğretimle herhangi bir sorunum olursa çekinmeden mutlaka kendisine aktarmamı istemişti. Daha sonra okuluma ait resmi yazıları alıp ayrılırken, başarılar dileyerek yolcu etmişti beni.

BİR AYDIR MAAŞIMI

ALAMIYORUM

 İlköğretim Müdürlüğünden çıktıktan sonra maaşımı almak için Osman Soylu’nun yanına uğruyorum, ama orada müthiş bir şoku yaşıyorum. Çünkü maaş bordrom yapılmamış, haftaya kalmış. Sadece 42 liralık makam ücretini alabiliyorum.

Babamın getirdiği elbiselik kumaşı Yusuf’un tanıdığı bir terziye götürerek ölçüsünü veriyorum. Haftaya provaya gelmemi söylüyor terzi Talip.

(SÜRECEK)