“Daha bir şey yapmadık ki Muzaffer Hoca” diyor Yusuf.

“Karar vermek de işe başlamak demektir. Başlanılan işin de umarım sonu gelir.”

“İnşallah” diyorlar.

Bu arada bekçi yatağımı sermiş, sabah görüşmek üzere deyip, iyi geceler dileyerek çıkıyorlar.

2 Kasım 1961, Perşembe.

Sabah ortalık ışırken uyanıyor ve kalkıyorum. Muhtar ve bekçiyle kahvaltı yaparken geliyor Yusuf. Kahvaltıdan sonra Muhtar:

“Hadi bakalım,” diyor Yusuf’a. “Akşam dediğim gibi, köy kurulu üyesi olarak, öğretmenimizin oda işini de sen hallet.”

“Tamam, Çelebi kâhya,” diyor Yusuf. “Sen merak etme.”

Teşekkür ederek çıkıyoruz odadan.

Bana iki odadan söz ediyor Yusuf. Birisi dayısının odası, okula yakınmış. Diğeriyse, köyün doğu kesiminde, okula uzak bir noktada olan bir oda… Önce uzaktaki odayı görmeye gidiyoruz. Görüyoruz odayı. İyi güneş de alıyor. Sahibi de vermeye dünden razı ama evlerle oldukça iç içe bir oda. Bağımsız olmayınca rahat etmem olanaksız. Üstelik okula da uzak bir konumda… Sahibine;

“Diğer odayı da görelim, tutup tutmayacağımı sonra size bildiririz” deyip, dönüyoruz.

Sonra dayısıgilin odasının anahtarını alıp getiriyor Yusuf. Açıp, oraya da bakıyoruz. Oda yol kıyısında ve bağımsız. Odaya girmek için, yol kıyısından iki üç basamakla önce bir örtme üzerine çıkılıyor; oradan da odanın küçük aralığına giriliyor. Aralıktan da odaya... Oda, oldukça geniş. Tahminen 35-40 metrekare civarında. Ocaklığın önündeki orta bölümün iki yanında 25, 30 cm. yüksekliğinde oturmalık toprak sedir oluşturulmuş. Bu toprak sedirin güney yanına da ahşaptan bir yaslanmalık var. Bu yaslanmalığın geri yanı ise, yine bir oda büyüklüğünde… Odanın pencereleri kuzeye baktığı için de hiç güneş almıyor. Bu kötü işte! “güneş girmeyen eve hekim girer” demişler ama burada hasta olana hekim nerden gelsin. En iyisi, duranların dikkat edip üşütmemesi ve hekimlik duruma düşmemesi…

Yusuf’un dayısının ölümüyle kapısına kilit vurulan oda, iki yıldır kapalıymış. Bu odayı beğenmesem de, başka seçeneğim olmadığından; odanın bağımsız ve okula yakın olması nedeniyle tutmaya karar veriyorum. Yusuf’a da “peki” diyorum.

“O halde,” diyor Yusuf. “Sen gidip okulunda görevine başlayabilirsin. Bundan sonrası bizim işimiz. Odayı tepe tırnak bir güzelce temizler, bir de badana yaparız. Bak o zaman nasıl beğeneceksin. Havalar iyi gidiyor. Yarına kadar da kurur, ondan sonra da eşyalarını getirir, yerleştiririz. Sen de güle güle oturursun içinde. Anana gelince, onu da merak etme. Anam, gidip bize getirecekti zaten. Öğle paydosunda da gider, yemeği bizde yeriz.”

“Çok sağ ol Yusufçuğum” diyorum. “Bu hakkını nasıl öderim ?”

“Dur bakalım, daha bir şey yapmadık ki.”

“İşin zor yanını hallettik.”

Sonra birden okul aklıma geliyor. Geç kalmamalı, öğrenciler derse girmeden okulda olmalıyım.

“Sahi saat kaç oldu?” diye soruyorum.

Kol saatine bakan Yusuf:

“Dokuza çeyrek var,” diyor.

“Çocuklar derse girmeden yetişeyim de öğrencilerle tanışayım”.

“Bugün seni ben götüreyim de okulun yolunu öğreteyim. Yarından sonra artık kendin gidersin.”

Gülüşüyoruz bu söz üzerine.

OKULDA İLK GÜNÜM

Kalkıp yollanıyoruz okula doğru. Yusuf çevre hakkında bilgilendiriyor beni. Kerpiçten yapılmış, derme çatma duvarlarla avluya alınmış, toprak damlı evlerin her yanından yokluk, yoksulluk akıyor. Tekleme rastlayıp, selamlaştığımız, hoşbeş ettiğimiz insanlar da çok yoksul görünüyorlar.

“Varlıklı insanı çok azdır köyümüzün” diyor Yusuf.

Sonunda çevresi taş duvarla çevrilmiş okul yapısı görünüyor. Çocukların bir kısmı da yeni gidiyorlar okula. “Bu yabancı da kim?” dercesine hoyrat hoyrat bakıyorlar bana.

(SÜRECEK)