Ulus olmanın önemli ortak değerlerinden birisi de dildir.
Ortak dilimiz bizi yabancı ülkelerde özlemle yakınlaştırır. Yabancı ülkelerde gönüllü kalmış olmanın dışında, zorunlu kalmış insanlar tarafından ortak dilin nasıl özlendiğine ait anıları hep duyar ve okuruz. Ülkenin, kendi dilinin dışında insanlığın yaşadığı medeniyetleri ve çağları birbirine yakınlaştıran bir ortak dil daha vardır ki, bu dil, sanatın dilidir.
Vietnamlı, Kübalı, Portekizli bir karikatür sanatçısının çizdiği dünya sorununa ait bir karikatür, insanlığa ortak birçok mesajlar verir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan trajediyi resmeden ressam, bu çizimle insanlığın ortak çığlığı olabilir. Toplumsal olaylar üzerine yazılan şiirler, dünyanın bir başka köşesinde kendi ülkelerindeki eşitsizlik üzerinden birçok düşüncenin tartışılmasına temel oluşturabilir.
Sanatın dili, insanlığın evrensel dilidir; Bu dilin; milliyeti, siyahı, beyazı, ırkı, dini, etnik kökeni yoktur. Bu nedenle sanat, insanlığın ortak paydasıdır. Sanat duygudan beslenirken; estetikle üretim alanında şekillenir, sevgi yoluyla insandan insana ve toplumdan topluma ulaşır.
Sanata düşman olanlar var mıdır? Ne yazık ki, sanata düşman olanlar dün olduğu gibi bu gün de vardır. Bugünden sonra olmamasını dilemek ve bu konuda mücadele vermek, insanlığa yapılacak önemli bir katkı olacaktır. Sanata düşman olma düşüncesine sahip olan insanlar, aslında insanlığa ve uygarlığa düşman olduklarının farkında değillerdir? Bunu bilerek yapıyor olmazlar; o zaman, insanın varoluşuyla çelişirler.
Sanat, kişinin kendisini ifade etme biçimlerinin en güzelidir. Kişi kendini ifade ederken, kendisi gibi binlerce insanın da duygularının sözcüsüdür. Sanatın esin kaynağı “İnsanın iç dünyasındaki yoksunluğu, hayatın kıyısına atılmışlığı, itilmişliği ve özlemleridir.” demek yanlış bir yaklaşım olmaz. Sanatçı, kendi sanatını üretirken, bunu dünyanın başka bir kıtasındaki insanın, düşüncesi ve yaşanmışlıkları için de yapıyor olabilir. Sanat, birbirini hiç tanımayan, dillerini bilmeyen insanların gönül yoludur. Burada bana yıllar önce ders niteliğinde sözler söyleyen yağlı boya resim yapan bir genci anlatmak isterim size.
Uzun yıllar önce, bir grup arkadaşla bir kır lokantasına yemek için gitmiştik. Daha sonraları, doğanın içinde olan bu kır lokantasının yemeklerinin, oradaki söyleşilerin güzelliğine kendimizi kaptırıp defalarca gittik. Bu derme çatma tahta masa ve sandalyeleri olan lokantanın, teneke kutularına dikilmiş çiçekleri vardı. İşletmeci olarak ailenin bütün bireylerinin çalışıp katkı verdiği bir yerdi burası. Evde yaptıkları yoğurdun, turşunun tadını, kendi pişirdikleri ekmeğin kokusunu, başka yerde bulmak mümkün değildi. İnsan elinin fazla değip, tahrip etmediği bu yerde, ilk gittiğimde hemen dikkatimi çeken duvardaki yağlıboya resimler olmuştu. Resim sanatı konusundaki yeteneksizliğime karşın duvardaki tabloya takılmıştı gözüm.
Dikkatimi çeken bir resme bir süre baktıktan sonra, bu yağlıboya resmin bu yöreye hatta bizim ülkemizin giyim kuşam şekline uymadığını fark ettim. Yağlı boya resimde yemyeşil bir yamaç üzerinde koyunlar yayılıyordu. Bu bizim ülkemizde sıkça görebileceğimiz bir manzaraydı. Bana değişik gelen kıyıda koyunları beklediğini düşündüğüm 12-13 yaşlarındaki kız çocuğunun böyle bir işi yapıyor olması ve giyinme tarzıydı. Bilindiği gibi bizim ülkemizde bu tür işleri erkekler yapar. Bu resimde ise çok sevimli üstelik de genç kız olma yolunda bir kız vardı. Kızın sarı bukleli saçlarının üzerinde, yine bizim kültürümüzde olmayan kenarları fırfırlı önden fiyonk yapılmış çok güzel bir şapkası vardı.
Bizim ülkemizde, kırsal kesimde, böyle kız çocukları görmek mümkün değildir. Masaya acele kaşık, çatal getiren gence sordum. “Bu resmi kim yapmış?” diye. Genç, mahcup bir şekilde güldü. Daha cevabını almadan, “Bu bizim ülkemize ait bir manzara değil” dedim. Arkasından da “yabancı bir ülkeye ait herhâlde” dedim. Karşımdaki gençten beni onaylamasını beklerken, genç “Sanatın milliyeti olmaz” sözüyle bana unutamadığım bir ders verdi.
Sıra bu tablonun kimin tarafından yapıldığına geldiğinde; anladım ki karşımdaki gençti bunu yapan. Bu kır lokantasından çıkan esere bakın. Sonradan bu genç adamın, daha böyle sayısız tablosunu gördük. Hayran kaldık. Görmediği, bilmediği, ayak basmadığı ülkeleri hayal ederek neleri çiziyordu. Bu kır lokantasının doğal ortamı, yemekleri, sanatı, ülkemizin sorunlarına ve dünyaya ait yorumları bizi bir süre oralara çekti. Her gidişimizde sanattan, edebiyattan, ülkeden, dünyadan, resim ve renklerden söz eder olduk. Aileyi tanıdıkça resimleri yapan genç gibi diğer iki kardeşin de okumuş eğitimli insanlar olduklarını öğrendik.
Bilmem, şimdi o genç hala resim çiziyor mudur? Orta yaşlara geldiğini tahmin ettiğim bu insan sanat yolculuğunun nerelerindedir? Yoksa iş, ekmek, çoluk, çocuk derdine düşüp bir yenilgi ve kırılma yaşayıp renklerin dünyasına veda mı etmiştir? Bilindiği gibi bir insanın sanat üzerinden para kazanması pek de mümkün olmuyor. Hatta sanat üretmek adına, bu alandaki çok sayıda insan parasızlıktan sürünüyor.
Süründükçe, duyguları bilenenler, daha iyi sanat eserleri üretebilirken, bir bölümü de yenilgiye uğrayabiliyor. Belki, “sanat acılardan beslenir” düşüncesi de buradan çıkmış bir düşüncedir. Sayısız sanatçı da yaşarken birçok acıyla mücadele vererek bu dünyadan göç ettikten sonra eserleriyle sonradan anlaşılıp ünlü olmuyor mu?
Sanatın evrensel dili tüm insanlığı sarıp sarmalayan bir yoldur. Acıları dile getirdiği kadar sağaltılmasına da yarayan en büyük tedavi yöntemi olarak kullanılan bir yöntemdir. İnsanların ruhsal hastalıklarının müzikle tedavi edilmesi yöntemi çok uzun yıllardır bilinmektedir. Tüm insanlığın ortak duygu dili olan sanat yoluyla başka ülkede, bir yazarın aşk acısı üzerine yazılmış öyküde binlerce âşık kendisinden mutlak bir şeyler bulur.
Çok uzun yıllar önce okuduğum, bugün artık hayatta olmayan bizim ülkemizde çok tanınan ve okunan Kırgız asıllı Cengiz Aytmatov’un yazdığı “Cemile” isimli aşk öyküsü okuyanları çok etkilemişti. Dünyada ve ülkemizde de en güzel aşk öykülerinden birisi olarak kabul edilmiş olması, insanlığın sanat üzerinden aşk adına ortak duygusudur. Yine aynı yazarın romanında uyarlanarak bizim ülkemizde filmi yapılan eseri “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminin o yıllardan bu yıllara sevginin emek olduğu gerçeğini belleklerimize kazıması az şey midir? Aynı yazar İlk Öğretmenim öyküsünü yazarken, dünyanın ve ülkemizin kanayan yaralarından olan çocuk gelinlere okuma umudu olmuştur.
Sezen Aksu’nun çocuk gelinler için yazıp, söylediği şarkılarla dünyanın başka ülkelerindeki çocuk kadınların da çığlığı olması az şey midir? Bizim şairlerimizden Nazım Hikmet Ran’ın tüm dünyada “aşkın ve hasretin” şairi olarak tanınması boşuna değildir. Dünyanın değişik dillerine çevrilmiş eserleriyle dünyanın birçok yerindeki insanlarla duygudaşlık kurulmuştur. Barış, özgürlük, sevgi adına söylenen her ezgi, her yazı, her resim, barışa, huzura, sevgiye çok gereksinimimizin olduğu günümüz dünyasında insanlığın ortak çığlığı olması anlamında çok değerli değil midir?
Fransız yazar Louis Aragon’un yazdığı “Mutlu aşk yoktur” şiiri dünyanın birçok ülkesinde aşk acısı çeken insanların duygularının ortak sözcüsü olmamış mıdır? Şilili yazar şair Pablo Neruda’nın yazdığı “Yavaş Yavaş Ölürler” şiirindeki anlattığı insanlar; okumayan, sanatla ilgilenmeyenler müzik dinlemeyenler ve vicdanlarında hoşgörüyü barındırmayanlar içindir.
Sanat, insanlaşma yolunda bizi aydınlatan, geliştiren, en temel yol göstericidir. Kendimizi gerçekleştirme şansını verir bize. Ayrıca sanatın tüm alanlarında kendilerini gerçekleştirme yolunda eserler veren tüm dünya insanları aynı soyağacının dallarıdır.
15 NİSAN DÜNYA SANAT GÜNÜ NEDENİYLE "HÜZÜNDEN COŞKUYA KADIN" İSİMLİ KİTABIMDA Kİ, SANATLA İLGİLİ DÜŞÜNCELERİMİ İÇEREN YAZIMI PAYLAŞMAK İSTEDİM...