Bugün gözlerim, tertemiz çiçek kokulu baharı müjdeliyor. Sanki elimi uzatabileceğim kadar yakınımda bulutlar, üzerine maviden harfler kazıyorum.
Canım kahvaltı yapmak istemediği için sabah sabah kendime ‘yalnızlık kahvesi’ yapıyorum. Tam kahveyi yapmaya başlıyorum ki, kapı çalınıyor, elleri kitaplarla dolu hüzün hanım beni iterek içeri giriyor. Çok patavatsız bir kadın, sabah sabah beni rüyasında mı gördü nedir?
“Sen kendine mi Müslümansın? Hadi bir kahve de bana yap!” diyor. Neyse diyerek kendi kahvemi ona verip, kendime yeniden kahve yapıyorum.
“Hani bu kahvenin çikolatası?”
Vallahi benim çikolatayla, tatlıyla aram pek yok, evde de yok deyince kıyamet kopuyor. Neymiş efendim tatlı yemeyen insan nasıl tatlı düşünsün, tatlı konuşsunmuş, falan filan.
Ayağa kalkıyor tam gidecek sanıyorum ki, bacağını ayağının altına alıp bir güzel koltuğa yayılıyor. Elinde bir sürü kitap, ne yapacaksın bunları diyorum. “Sana getirdim” diyor. Ben ne yapacağım bunları? “Okuyacaksın” diyor.
Getirdiği kitapların hepsi de kalın, şöyle bir göz gezdiriyorum. Bütün felsefecilerin kitaplarını nereden bulduysa bulmuş, ayaklarımın dibine birden bire bırakıveriyor. Aristoteles-Metafizik, Farabi-Mutluluğun kazanılması, Sartre-Duvar, Hegel-Karalama defterinden aforizmaları.
Hüzün hanım oturduğu yerden, bana bile bakmadan kelimeleri geveleyerek “Hegel'e göre dünya ne demek?” diye soruveriyor. Elime kitabı alıp karıştırmaya başlıyorum. Kitabı karıştırdığımı görür görmez hemen cevabı veriyor. “dünya demek mantık demektir. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardır” diyor. Ardından ise Nietzsche-İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabının arka kapak yazısını okumaya başlıyor: “Canavarlarla dövüşen kişi kendisi de bir canavara dönüşmemeye dikkat etmelidir. Ve ne zaman bir uçurumun derinliklerine doğru bakarsanız uçurum da sizin derinliklerinize doğru bakar”.
Kitapların hepsini bana mı getirdin? diyorum. Gözlerimin içine bakarak ve gülerek “evet” diyor “Sana getirdim, sen hep şikâyet ederdin ya, yeni pencereler lazım bana eskisinden her baktığımda hep kendime dönüyorum diye, al işte sana yeni pencereler, bunları bir oku sana kapılar da getireceğim ” diyor. Ne hain bir kadın, bir o kadar da tatlı. Ben bunları okursam, bana zor tahammül eden aklım da uçup gider. “Olsun gitsin, belki okudukların beynine yeni bir format atar, ne dersin?”
Ne diyeyim artık diyerek soğumuş kahvemi yudumlamaya başlıyorum. O da kahvesini bitirip, etrafa gözlerini salıyor. Bir ara bana doğru gözlerini kocaman açarak "hala geçen günkü geldiğim gibisin” Yoo pijamaların yeni, yeni de bir kırmızı ayakkabı aldım kendime, göstereyim mi? diyorum. “Sen yeni aldığın kırmızı bir ayakkabıyla mutlu olacak bir insan değilsin” diyor. Öyleyse neden ben normal kadınlar gibi kendime yeni bir şey aldığımda onlar gibi mutlu olamıyorum? Diyorum, ama sanki beni hiç duymamış gibi, benden kocaman gözlerini çekip söylenmeye başlıyor “bu ne dağınıklık, çalıştığın masanın üstünde bir ben yokum, kâğıtların, kitapların, bilgisayarın bir de geceden kalma kahve fincanın öylece duruyor, ne biçim bir kadınsın sen” diyor. Ben dağınıklığımla mutluyum, kime ne dedikten sonra bir an başımın ağrımaya başladığını hissedip, elimle başımı tutmaya başlıyorum. “Ne oldu başın mı ağrıyor, ağır mı geldi söylediklerim? Ağır gelmesin, senin daha güzel işler yapmanı ve mutlu olmanı istediğimden söylüyorum bunları hep, sakın yanlış anlama. Seni üzmek, kırmak değil niyetim. Hem beni buraya sen çağırdın ve dilimin de sivri olduğunu biliyordun. Çağırdıysan da katlanacaksın güzelim” diyor. Gülsem mi ağlasam mı yoksa ağrıyan başımı mı tutsam bilemiyorum.
Ben başımı tutarken kahve fincanımı kapatmış, falımı okumaya da başlıyor. “Zeki ve şanslı bir insansın, bunun değerini bilmeli, çok iyi kullanmalısın. Gerçekleşmeyen hayallerin seni yıldırmasın, henüz tüm kapılar kapanmamış. Yapmış olduğun işlerde azmedersen eğer büyük başarı kazanacaksın. Aklındakileri hayata geçirebilmek için biraz zamanın var”.
Hep zaman, hep zaman… Bu zaman ne zaman gelecek be hüzün hanım?
Gözlerini odadaki aynaya dikerek, sanki orada bir şeyler yazıyormuş da, yazılanları okurmuş gibi konuşmaya başlıyor. “Kindi’ye göre; zaman ve hareket sonludur. Zaman bir başlangıcı ve sonu olan bir niceliktir, sonsuz bir zamandan bahsetmek mümkün değildir. Niceliğin varlığı cismin varlığına bağlıdır. Mekân, zaman ve cismin varlığı hareketin varlığıyla anlaşılır. Cisimde bir değişim olmadan hareketin varlığından bahsedemeyiz. Zamanı da o hareket esnasında geçen süreç meydana getirir. Cisim sonlu bir varlık olduğuna göre cisme bağlı olan her şey sonludur. Âlem sonlu ise zamanın sonsuzluğundan bahsedilemez.
Ah be hüzün hanım bunları nereden biliyorsun? Bana her gelişinde beni şaşırtmayı nasıl başarıyorsun? diyorum. Sanki beni hiç duymamış gibi yaparak “Yazdığın mektupların sonu nereye gidiyor? Hadi mutlu bir sonla sonlandır, kavuştur Dark’ı Nana’sına” diyor. Mektubun sonunu yazmadım daha, ama ya Nana’yı çok üzerse, onarılmayacak yaralar açarsa yüreğinde diye korkuyorum. “Risk almalısın, Dark’ın dediği gibi nehri geçmeden karşı kıyıdaki güzellikleri keşfedemezsin.Keşfedemediğin güzellikleri karşı kıyıdan izleyip durursun” diyor.
Oturduğu yerden yeniden kalkıp bu sefer diğer ayağının üstüne oturuyor ve “Biliyor musun? Felsefede bilge kişinin tanımı ne?” Bilmiyorum ne? “Bilge kişi; tefekkür içinde olan, olup bitenlerin gerisindeki gerçek nedenleri bulmaya çalışan, hayatı doğru kavrayan, hemen her şey üzerine kuşatıcı bir kavrayış geliştirmiş, düşünsel bir açıklığa ve zihinsel olgunluğa sahip kimse olmak durumundadır. O dahası sahip olduğu entelektüel kavrayış ve zihinsel olgunluğa eylemlerine ve hayatına yansıtmış kâmil bir insandır”.... O zaman ben hayatın gerçeklerini kavrayıp, hayatına oturtamayan biri olarak kendime kâmile mi demeliyim?
“Senin kâmil ya da kâmile olman önemli değil. Senin aklını kuşatan kavrayışın farkına var ve her şeye dokunmaya kendinden başla. Gelecekle ilgili yeni pencerelerden bak hayata ve seni gören, görmeyen, okuyan, dokunan, hisseden, yazan, sesli düşünen, içinde sakladığı cümlelerden ağaçlar yetiştiren, kitapları olan, kitapsız yaşayan herkese umut şarkılarını fısılda. Gelecek konusunda karamsar bir görüşün temsilcisi olmasına karşı, Fromm insana ve insanlığın geleceğine umutla bakan iyimser bir yaklaşımın temsilcisidir.” İnsanoğlunun içinden çıkılamazmış gibi görünen karmaşık problemleri insanın kendi eseri olduğunu ve bu problemleri çözmenin de yine kendi elinde olduğunu” belirtmiştir. Ama bütün bu problemlerin ortaya çıkışı nasıl uzun bir zaman aldıysa, onları çözmek de yine uzun bir zaman alacaktır. Çünkü bulunan her çözüm, yeni çelişmelerin ve yeni problemlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bunun içindir ki, kısa bir süre içerisinde ve çabucak gerçekleşebilecek çözüm yolları yok. Bekleyeceksin ve sabredeceksin. Beklemek kelimesini boş boş oturmak olarak değerlendirme, oku, oku, oku. İnsan ancak okuyarak ve okuduklarını anlayarak çözüm yolları bulabilir”
“İnsanoğlu öleceği zamana kadar yapım süresi devam eden eserler gibidir. Her acı, her gülümseme, her hikâye, her dokunuş yapılışın için birer tuğla değerinde, tuğlaları yanlış yerlere ya da doğru yerlere oturtmak senin elinde. Kalbinle yol al.
Tüm fırtınalara rağmen yüreğinde biraz umut olsun, işte o zaman her şeyin üstesinden gelebilirsin. “Ne diyeyim? Her şey yıkılır ve tekrar yapılabilir. Yaradan, yolun sonuna kadar gidebilmen için, yüreğini 'Aşk’la doldursun”. Amin.