Ertesi sabah, ortalık pırıl pırıl… Çerikli istasyonundan Çorum’a, Çorum’dan Mecitözü’ne nasıl gittiğimizi anlatmak için küçük bir roman yazmak lâzım.
Yazılmamış kitabın başlıklarını yazayım diyorum, kestirmeden, hiç olmazsa, serüvenin üstüne bir fikir verebilir:
1) Çorum yaylası barut mu kükürt mü, bir taş kokuyor.
2) Ben galiba buralarda yaşamışım neolitik çağda,
3) Yılda bir, Çorum yaylasında toplanan Türkiye Çingene Kralı’nın senelik düğününe rastlıyoruz.
4) Vilayet sarayının altında “mapusane”.
5) Hapishanede aynı kızı seven iki kardeş var, başka bir damat adayını gündüz birlikte vurmuşlar.
6) Vali Bey çağırıyor.
7) Çorum’da resim yapmaya gelmiş Bedri Rahmi Vali’nin yanında. Öpüşüyoruz.
8) Vali’yi tanıyorum. İstanbul Emniyet Müdürüydü bir yıl önce. Çorum’a sürülmüş o da, nedense!
9) Ses Dergisi’nde yayınladığımız, başka bir imza altında Nazım’ın şiiri yüzünden beni kibar bir sorguya çekmişti. Şiir ve de sanat meraklısı bir yetkili. Çok!
10) Ama böylece, başparmak kelepçesinden kurtuluyorum ve jandarma karakoluna gönderiliyorum “mahfuzen”.
11) Beni görür görmez karakolda bir yazıcı jandarma boynuma atlıyor; “Sen Tophane esrarkeş tekkesinde resmimi çizen ağabey değil misin?” Evet, benim…
12) Ondan sonra ikram kıyamet karakolda kral kesiliyorum.
13) Ankara’dan gelen kesin emirle, Çingene düğünü bozulup dağıtılınca, yüz kadar Çingene bizim karakolun sularına düşüyor.
14) Akşam ondan sonra sabaha kadar çal oynasın. (Bereket versin yüzbaşı izinli.) Çingene kızları memnun, Çingene kralı memnun, kraliçe memnun, ben memnun… Sabaha kadar karakolda festival… Biz kızları oynatmıyoruz, kızlar bizi oynatıyor.
15) Ertesi sabah öpüşüp helâlleşiyoruz; yazıcı arkadaş ve Çingenelerle… Hepimiz mahmuruz daha. Yani, iki jandarma artık kelepçe takmıyorlar bana. Açık kamyonda tekrar yolculuk…
16) Hele şükür, işte yeni ikamete memuriyetimin başkenti Mecitözü!
17) Fena değil, hoş bir yer.
18) Harapça, Kaymakamlık binası işte şu…
19) Kaymakam’a çıkıyoruz. Sanırım kırk yıllık ahbap Kaymakam Sabri Bey.
20) Her gün jandarma karakolunda deftere imza atılacak, o kadar, başka bir derdim yok, kekâ!
21) Cebimde topu topu iki buçuk kuruş…
22) “Serbes”im. Sokağa çıkınca, başlangıçtan beri peşime takılan bir “velet”e soruyorum, “Kahve nerede?”
23) Şükrü’nün kahvesi (Zaten başkası yok)
24) Şükrü’nün kahvesinde ne kahve kalmış, ne çay.
25) Ama bir şişe “boğma”sı var ki Şükrü’nün, “ilk ağız” enfes. “Fine Napoleon”dan lezzetli, ama barut gibi. Kaç derece bilmiyorum. İcabına bakıyoruz.
26) Görünüşe göre başka eğlencesi olmayan “velet” bizi seyrediyor. Sıtmadan titreyen iki köylü var dipte, yumulmuş, boğma içmeyi reddeden.
27) “Boğma” şansını kazanmış olmalıyım ki Şükrü elini omzuma dayıyor, “İkramdaş sayılırsın bre sürgüm ağa” diyor. “Eyvallah”, diyorum.
28) Şükrü, kapının eşiğinde saygılı duran velede, “Git kasap Şükrü’yü çağır bakayım” diyor.
29) Kasap Şükrü seğirtip geliyor. Kahveci Şükrü, Şükrü’ye, “Sende oturacak bu can!” diyor. Elcevap, “Başüstüne!” Oldubitti…
30) “Kira kaça?” diyecek oluyorum…
31) “Sus, sus ayıp ediyorsun, ne demek para…” diyorlar, koro hâlinde iki Şükrü birden.
32) Kasap Şükrü’nün evi hoş, iki katlı köy evi… Avluyu, koca incir ağacını, kuyuyu, ahırı, helâyı ve evi saran yüksek bir duvar, çepçevre kıvrılıyor.
33) Kasap Şükrü’nün anası Erzurumlu, uzun, zayıf, kupkuru, tüm iyilik saçan bir yaratık, bir mumya…
34) Odam mükemmel, kerevetli, ocaklı bir oda… Ama tamtakır. Olsun.
35) Kasap Şükrü’nün dükkânı yok, kaçak kesiyor hayvanları hesapça, o bakımdan etten yana sorunu yok. Üstelik bulguru, şarabı, şusu busu tamam… Para vermeye kalkışıyorum, kıyamet kopuyor. Ama bir güzel paylıyor beni. “Sus, ayıp ediyorsun evlât” korosu bir daha sürüyor dakikalarca.
36) Bir “cicim” altında iyi bir uyku… Kerevette şiltesiz de yatılıyormuş pek güzel. Zaten şilte de gelecek ertesi günü.
Mecitözü, küçük ama şirin… Topu topu üç beş dükkân, birkaç ev, karakol, şu bu… Şükrü’nün kahvesinde Mecitözü’nün ileri gelenleriyle tanışıyoruz artık. “Geçmiş olsun”a geliyorlar hepsi. Sürgünlüğüm, sürgünlüğümün nedeni umurlarında değil. Çabucak farkına varıyorum ki, “ikamete memur” olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan “terfi” edip, saygıdeğer sürgün “pâyesine” yükselmişim bilmeden…
37) “Yıllar önce Hüseyin Cahit Bey de sizin gibi misafirimiz olmuştu efendim” diyorlar, yaşlı iki Mecitözülü. Hem Abdülhamit, pek seçkin sürgünleri, özellikle Mecitözü’ne gönderirmiş. Ne şeref! Koltuklarım kabarıyor. Tevekkeli değil, II. Abdülhamit’ten sonra, II. Parmaksız Hamdi, bana buraları “tensip” buyurmuş. Meğer iltifat etmiş de kadrini bilememişim işte.
(SÜRECEK)