Bir ara, bir yandan Nudiye, bir yandan sıkılgan, süslü, minnacık Suat Derviş, Nizamettin Nazif’e âşık olmuşlardı. “Deli Nizam” bir fırtına, “Kara Davut”un yazarı, Arif Oruç’un Yarın Gazetesi’ne rekor kırarak, 50. 000 sattırmayı başarmış ünlü bir gazeteci. Önceleri, 1920’lerde Nazım’ın Moskova arkadaşlarından, sonra yolları ayrılmış. 
Nizam, yakışıklı, bağırtkan, kadınlara pabuç bırakmaz, dediği dedik, kestiği kestik bir kara belâ; “kadın kısmından” başı ağrıyınca, kahkahalar atarak hepsini kovar, merdivenlere kadar kovalar, nasıl olsa sürüsüne berekettir ona göre, “Kuyruğa girsinler!”
Nudiye’ye biraz yazık olmuştu ama bir süre sonra boş vermişti bu işe.
O yıllarda, günün birinde, üç beş karikatür elde, Yarın’a çat kapı gitmiş, çizgilerimi tesadüfen koridordan geçen Nizam’a ayaküstü göstermiştim.
Bakar bakmaz kükremişti, “Dâhi!” ve bu çığlığı koparınca, beni yakamdan yakalayıp kasaya sürüklemiş, “beş papel ver çocuğa” emrini savurmuştu muhasebeciye.
Böylece hayatımın ilk “beş papeline” kavuşmuştum. Mucize! Sakın gülmeyin, dâhi rütbesine atanmıştım, çünkü o yıllarda Babıâli’de (aşağı kurtarmıyordu) herkes ya “dâhi”, ya da “üstat” idi. Beş Türk lirası da basbayağı para, uçarak indim, Vilayet Konağı’na nerdeyse bitişik olan Yarın Gazetesi’nin dik merdivenlerinden.
Trende olan bitenleri, konuşulanları ve nihayet Çerikli adında yitik istasyonda, iki jandarma ile nasıl indiğimizi anlatacak değilim ama vagon penceresinden Boz Mehmet’le Nudiye’nin el sallamasını anlatmamak olmaz, çünkü biraz zor bir el sallayıştı bu.
Başparmak kelepçesi…
Hani Nazım’ın dizeleri vardır. Bileklerine takılan kelepçeyi altın bilezik sayıp taşımış ya… Bizimki biraz başka… Her şey bir yana, kelepçelerimiz bilezik değil, olsa olsa birer yüzüktü. Değil mi ki Hamdi Bey dostumuz, bize nedense başparmak kelepçesi taktırmayı uygun bulmuştu. Ortaçağdan kalma, çapraşık demir taklavatlı bir şey. Kuramsal bir sanat ürünü sayıp, Hilton müzayede salonunda bugün, bu kelepçe cinsine, heykel niyetine yüksek para yatıracak sanatseverler çıkar mutlaka. Tasavvur buyurun efendim, insanın başparmağını sırt sırta sımsıkı birleştiren, müzelik, acayip, koca vidalı bir makineydi bizim kelepçeler. Ne var ki, ayrılan dostların el sallamalarına pek elverişli değildi demek istiyorum bu kelepçe cinsinin. Yine de selamlaştık pekâlâ.
Tam tren kalktı, birdenbire, bir süredir trenin tepesinde dolaşan kara bulutlar boşalıverdi üstümüze, korkunç bir gök gümbürtüleriyle. Pencereden sarkıp bakan diğer tren yolcularının şaşkın bakışları önünde…
Bir bu eksikti! Çerikli istasyonu bir kulübeden ibaret, baktık ki az ötede topu topu, yarı yıkık, belki Selçuklulardan kalma bir han pusuda duruyor sağanaklar altında. Jandarmalarla seğirttik, hana attık kendimizi. Bir anda sırılsıklam olmuştuk ve ortada ne bir hancı vardı, ne bir yolcu. Jandarmalar çakmak çakıp, göllenip, akmayan bir oda buldular zar zor. Derken uzaktan gelen sesler fark ettik bir ara. Jandarmalardan biri keşfe çıktı. Hancıyı nihayet arayıp bulmuş; mum ışığında rakı içip, üç beş yolcu ile kumar oynuyormuş öbür uçtaki bir yerde. Böylece, hele şükür, birer şilte edindik ve de titrek bir mum. Mühim değil.
Jandarmalar sağ olsunlar, az bir azık ikram ettiler bana, fakat kelepçeyi –emir emirdir- çözmeye yanaşmadılar.
Darülbedayi tiyatrosunun en kötü bir piyesinde bile, bunca şangırtılı bir gök gümbürtüsü, harap odayı birden ışığa boğup yutan yıldırımlar; bunca acemice, bunca kötü bir dekor olamaz!
Şiltelere uzandık. Ne var ki bozkır yağmurundan kaçan yüz binlerce aç pirenin saldırısı başlayacaktı çok geçmeden. Sarılmıştık. Avrupa’ya saldıran Nazi panzerleri solda sıfır, öylesi sistemli bir savaşa, ne jandarma tüfeği, ne de tutuklu direnişi karşı koyabilirdi. Dayanabilirsen dayan, hele başparmak kelepçesi ile kaşınmak tümden olanaksız!
Jandarmalar ne de olsa Anadolu çocuğu, debelenip duruyorlar ama mum ışığını gören, bulut gibi sivrisinekler de teşrif edince, yapılacak bir şey kalmamıştı. Zaman zaman saniyelik bir mavi ışıkla merkezi aydınlatan yıldırımlar çaka dursun, kaşınmak imkânsız. Birkaç saat umutsuzca direndikten sonra, cehennemde bile olsa uyuya kalınabileceğini anlıyor insan. Anlaşılan, uyuya kalınabilirmiş, sonunda bir uçurumdan yuvarlanır gibi uykuya dalmışım.
(SÜRECEK)